İnsan çocukken fark etmese de kendisine daha cesur ve olgun sorular sorabilir. Mesela, çocukken insan; kendi varlığını çok daha fazla sorgular. Nasıl ve niçin? Kafasının içerisine dolan bu hayatı anlamlandırmaya çalışır insan. Bu, anlamlandırma çabası, aslında hayatın kendisidir. İnsan, hayatı istese de istemese de anlamlandırmak zorundadır. Çünkü insan düşüncesi, anlamlandırmaya dayalı çalışır.  Büyüdükçe bazı şeyler sıradanlaşır. İnsan kabul etmeyi ve ihmal etmeyi öğrenir. Sıradanlaşmanın en büyük sebebi, insanın bildiğini ve öğrendiğini sanmasıdır.

Sizin için hiç bir şeyin anlamının olmadığını düşünmeye çalışabilir misiniz?  Bu durumda kanser olmak ve ölmek üzere olmamızın hiç bir mahsuru olmazdı. Ya da çok sevdiğiniz birisi olmazdı hayatımızda. Gördüğünüz çirkin ve kötü şeyler matematikteki bir çıkarma işlemi,  güzellikler ise bir toplama işlemi kadar duygusuz ve anlamsız olurdu.  Acaba gerçekte her şey bu şekilde mi? İnsan olmasaydı da gökyüzünün maviliği bu kadar muhteşem miydi? Yoksa insan bu şekilde anlamlandırdığı için mi öyle sadece? Yani gelişi güzel oluşan her olay zinciri insan için anlamlı olabilir mi? Bana sorarsanız;  mantıksal olarak sonsuz olarak nitelendirdiğimiz çok büyük sayıdaki anlamsızlığın, anlamlandırma kabiliyeti olan bir canlı için, gelişigüzel bu kadar muhteşem ve güzel anlamlar oluşturma ihtimali; bilinçli olarak anlamlandırılmış olmasından daha mantıksız ve düşük ihtimallidir. Yani anlamlandırabilen bir canlı için tüm determinist olayların bir anlamı varsa o halde bir sanat eseriyle boş bir tuvalin hiç bir farkının olmaması gerekirdi. Fakat pratikte boş tuvalin kimse için pek bir anlamı yoktur. Çünkü eğer bir olayı anlamlandıran birileri varsa onu anlamlı yapan birisi de olmalıdır.  Her anlam, onu anlamlı kılan sahibinin aynasıdır.

İsterseniz söylemek istediklerimi biraz daha açayım. Hayatın hiç bir anlamının olmadığını ve her şeyin anlamsız olduğunu söyleyen insanlar bile hayatı anlamlandırırlar. İnsan gün batımına baktığında gördüğü renk cümbüşünü, sevdiği bir müziğin o naif melodisini,  bir kadının ya da bir erkeğin gözlerindeki bakışı anlamlandırır. Bu sayede insan, hayatından bir haz alır. Aslında insana bahşedilen hayat, insana haz veren bir sanat gibidir ve insanın anlamlandırdığı şey bu sanatın ta kendisidir. Çünkü insan, sıradan ve gelişi güzel bir şeyi anlamlandırmaz.  İnsan, anlamlandırabildiği için kendisini değerli hissetmek ister ve anlam verebildiği için hayatını değerli kılabilecek bir şeyin peşinden koşar hep. Bu para olabilir, makam olabilir, şöhret olabilir…  Peki gerçekten insanı bu evrende değerli kılan şey nedir? İnsanı değerli kılacak somut bir şey aradığınızda bunu bulamazsınız.  Bir böcek bile dünya ekosisteminde insandan daha değerlidir. Bir ağaç, bir çiçek, bir kelebek… Hepsinin ekositemde bir değeri ve yeri vardır. Fakat insanın bu düzende hiç bir değeri ve yeri yoktur.

Aslında insanın  tür olarak bir değeri olmasa da kişisel olarak vardır.  Çünkü insanı, dünyadaki her şeyden değerli kılabilecek tek şey, anlamlandırma çabasıdır.  Aynı zamanda değersiz kılacak şey de budur.  Kulağa tezat gelse de demek istediğim, tüm hayatı sevgiyi, iyiliği ve erdemi anlatıp öğreterek geçmiş bir zatın, büyük bir değeri vardır elbette. Diğer taraftan ise etrafına zarardan başka bir şey vermeyen bir insanın da hiç bir değeri yoktur. Bu iki insanı birbirinden bu kadar ayıran şey nedir diye soracak olursak, ikisinin aklındaki anlamın tamamen farklı olmasıdır diyebiliriz. Evrendeki diğer her tür, bir bütün olarak özellik gösterirken insan bireysel olarak başlı başına bir tür özelliği gösterir. Bu, insanın doğayı ve çevresini anlamlandırma yeteneğinin bir ürünüdür.

Nereye bakarsanız bakın hayat, bir zıtlıklar cümbüşüdür. Tüm bunlar, tıpkı bir ressamın zıt renkleri, resminde çok güzel bir şekilde işlemesi gibidir. Bu açıdan bakıldığında; hayat, Rahman-ı Rahim’in kudret kaleminden çizilen bir eser olduğunun kanıtıdır aslında.  Beyaz bir sayfanın üzerine serpilmiş birbirine zıt renklerin oluşturduğu bir tablodur hayat.  Bu zıtlıkları anlamlandırdığınızda çok büyük bir haz ve keyif alırsınız.  Kötülük ve iyilik, karanlık ve aydınlık, acılar ve mutluluklar her zaman birlikte var olacak ve birlikte anlamlı olacak şeylerdir.  Her zaman mutlu olsaydık, mutluluk bizim için bir anlam ifade etmezdi. Ya da kötülük olmasaydı, iyiliklerin de bizim için bir anlamı olmazdı. Sanırım herkes, çok acı günler yaşadıktan sonra iyi günler görüp kötü günleri yad etmenin verdiği hazzın nasıl olduğunu biliyordur. Aynı şekilde zulüm gören birisi ile normal birisinin , şefkati ve merhameti kavramaları birbirinden çok farklıdır. Şiddet gören ve ezilen insanlar, şefkat ve merhameti çok daha derin hissederler.

İnsanın her şeyi anlamlandırması aslında, onu bir şeylere inanmaya da zorlar. Çünkü, insanın mevcut olan sonsuz bilginin hepsini bilmesi imkansızdır. Bu yüzden insan var saymak ve inanmak mecburiyetindedir. Bu gün, bilim ve teknoloji olarak isimlendirdiğimiz olgu, bundan yüzyıllar önce de bilginin hepsini kapsamıyordu sonra da bilginin hepsini kapsayamayacaktır. İnanç dediğimiz şey, insana bir karakter yükleyen en önemli parametredir. Çünkü insan, inanmadığı taktirde hayatı bir süre sonra anlamsızlaşır. Hayatınızda gerçekleştirmek istediğiniz bir eylemin gerçekleşeceğine inanmadığınız müddetçe onu gerçekleştiremezsiniz. Çünkü size anlamsız gelir. Diğer taraftan insanın anlamlandırma çabası, inanmayı da gerekli kılar. Aynı zamanda şüphe, inancı anmalı kılar. Şüphe olmasaydı inancın bir değeri olamazdı.  İnsan düşünerek kolay bir şekilde tüm bu anlam içerikli hayatının birisi tarafından yaratıldığı kanısına varır. Fakat bu kanı ve inancın başı şüphedir. Bu, insanın var oluşundan beri süregelen bir şeydir. İnsanın hayatında bir şeylerden korkuyor olması, aciz duruma düşmesi ya da bilmediği, yapamadığı şeyleri bir güce yüklemesi değildir sadece inanç.  İnanç, insanın hayatı ve etrafındakileri anlamlandırmak zorunda olmasının bir sonucudur. Ve inancın ilk aşaması şüphedir. 

Açıkçası ben, hayatımıza yüklediğimiz bu kadar anlamın, etrafımızda gördüğümüz ve bize haz veren hatta hayranlık uyandıran bunca şeyin, kendiliğinden olabileceğine inanmıyorum. Mantıksal olarak, bilinçsiz olan şeylerin, kendi kendine bir bilince haz ve anlam verebilecek hale gelebilmesini kabul edemiyorum.  Bir kar tanesinin desenlerini gördüğünüzde hissettikleriniz,  annenizin size hayata hazırlarken duyduğu şefkat, ya da susadığınızda gördüğünüz bir suyun sizde uyandırdığı saflık ve içerken duyduğunuz haz… Tıpkı bir sanat tablosuna bakmak gibidir.  Tüm bunların kendiliğinden gelişigüzel oluşmuş olması, Davinci’nin yaptığı bir resmin belki milyarlarca yıl sonra kendiliğinden oluşabileceği mantığıyla aynı kapıya çıkıyor.  Bu ise bana mantıksız geliyor. Fakat tam tersi olarak bunun tersine de inanabilirsiniz. Hangi düşünce akımına katılırsanız katılın, eninde sonunda inanırsınız. Çünkü, tüm bilgiyi bilemediğimiz ve kavrayamadığımız için her düşünce bir inanca gebedir.

Peki Allah varsa, bizi niçin yarattı? Hatta bir arkadaşım bu soruyu şu şekilde sormuştu; (Haşa) “Allah’ın canı sıkılmış da mı yaratmış?” “Bizimle konuşmak ya da oynamak için mi?”  Aslında, insan hayatın nasıl olduğuna dair kafasındaki sorulara verdiği dürüst cevaplardan sonra, bunları sorar kendisine. Bu, inancın ilk aşamasıdır.

Eğer hayatımızdaki bu anlamları bir Rahman-ı Rahim yarattıysa, o halde bu anlamları anlayıp yorumlayabilecek birilerini de yaratmış olması hiç de mantıksız değildir.  Allah, insana başka hiç bir canlıya vermediği özellikleri vermiş ve onu üstün olarak yaratmış olmasının sebebi de insana bu anlamlandırabilme ve değerlendirebilme özelliğini vermesidir bence.  Yani evren bir kitaptır. Onun okuyucusu da insandır. Nasıl bir yazar yazdığı kitabın okunmasını isterse veya bir bestekar, bestelediği bir müziğin dinlenmesini isterse, anlamları yaratan Allah da bu anlamları anlayan bir varlığı yaratmak istemiştir. İnsan bu yüzden anlamlandırır ve bu anlamlara bakarak Rabbini bulur. Aynı şekilde bir bestekara niçin beste yaptığını sormak nasıl mantıksızsa,  Allah’ın da niçin bizi yarattığı sorusu biraz mantıksız olmuş oluyor.

İnsanın tüm bu kabiliyeti işte burdan gelir. İnsanı üstün kılan şey de budur. Yani, anlamlandırması. İnsan anlamlandırarak ilim sahibi olur, sanatkar olur, mucit olur ve çok değerli ya da çok değersiz olur. Meleklerden üstün konuma bu sayede geçer.  Ve ya ona verilen bu tılsımı kullanmayıp, her şeyi değersiz görür, bencil olur, zarar verir ve sıradanlaştırır. Bu insanın nasıl biri olduğu ile alakalıdır.

Yusuf

Yusuf

Bir Mühendis.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »