Bir Nihilist’in Varoluş Istırabı

Dertlerimiz ve kederlerimiz dört bir tarafımızı sardığında, yarınlara dair umutlarımız bizi yarı yolda bıraktığında ve yaşama ait arzularımızın ağırlığı yorgun ruhumuzun üzerine çöktüğünde; büründüğümüz karanlık, nihilizm karanlığıdır. Nihilizm, bir yıkımdır. Bazen, hayat bizi öyle bir yıkıma uğratır ki, o yıkımı geride bırakıp üzerine hiç bir şey inşa etmek istemeyiz. Çünkü hayatımız boyunca sürekli mutlu bir gelecek inşa etmeye çalışırken tekrar tekrar yıkıma uğramaktan yorulmuşuzdur. Daha açık bir ifadeyle, içimizdeki güzellikler solmuş, beslediğimiz ümitlerimiz tükenmiştir. İnsanların yaşama atfettiğimiz yüce değerleri yağmaladığına ve onların içini boşalttığına tanık oluruz. Fakat, buna karşılık hiç bir şey yapamayız. Dünyanın bu kötülüklerle dolu kapkaranlık tarafını gördüğümüzde ve anladığımızda gözümüzü kapatmak ve bir daha anlamamak isteriz. Çünkü bu anladıklarımız bize sadece ıstırap verir. İşte bu haldeyken nihilizm, hayatta hiç bir anlamın olmadığını ve o anlamları kendimizin uydurduğunu fısıldar kulağımıza. Bu fısıltılar, ıstırap içindeki ruhumuza dokunur ve bir kurtulmak ümidiyle kendi kendimize hiç bir şeyin bir anlamanın olmadığı telkinlerinde bulunmaya başlarız.

Örneğin Nietzsche’nin, tanrının öldüğünü ve bizim dünyada bir başımıza kaldığımızı, bu yüzden değer ve anlam aramaktan vazgeçip kendi başımızın çaresine bakmamız gerektiğini savunması bir çok felsefeci tarafından nihilist bir yaklaşım olarak değerlendirilir. Ben Nietzsche’nin bu düşüncelerinden derin bir hayal kırıklığı ve yukarıda betimlediğim duyguları çıkarıyorum. Bana kalırsa nihilizmin özünde olan şey, budur. Zaman zaman hepimiz, farkında olmasak da bu düşünceye saplanırız. Hayata dair bazı yeni şeyleri fark etmemiz, yeni bilgiler öğrenmemiz, okumamız ve spesifik bir konuda aydınlanmamız her zaman pozitif sonuçlar doğurmayabilir. Bu yeni bilgiler, zihin dünyamızı derinden sarsabilir ve değer olarak atfettiğimiz şeyleri anlamsızlaştırarak ruhumuzu anlamsızlık kuyusuna yuvarlayabilir. Bunun temel sebebi, tüm anlamları zihnimizde aynı anda tutamamamızdır. Bu durum, tamamının akılda tutulması zor olan çok büyük ve geniş bir tablonun zaman zaman farklı kısımlarını görmek ve öğrenmek gibidir. Farklı kısımlara bakarken önceki baktığımız kısımların aklımızdan çıktığını farketmeyiz bile. Bazen bu tablonun ıstırap yüklü bölümlerini görürüz. İçimiz kararıp, karanlık düşüncelerle ve ümitsizlik içindeki duygularla derdest edildiğimizde, soğuk bir karanlık çöker zihnimize. Belki de hissettiğimiz bu güçlü karanlık, gördüğümüz tablonun ne kadar muhteşem bir sanat eseri olduğunun bir kanıtıdır.

Genel olarak böyle zamanlarda bizi bu ıstıraptan bir an önce kurtarmasını yeğlediğimiz ama aslında bizi sona ve dibe daha fazla yaklaştıran son derece basit bir mantık kurarız. İlk olarak, hayattaki tüm anlamlardan arınmak için algı ve anlam derinliğimizi sığlaştıracak materyalist felsefeye yöneliriz. Fiziksel hazları ve çıkarları gözeterek alabileceğimiz kadar haz almayı hedefleriz. Bu fiziksel hazları ve çıkarları artık gözetemeyecek durumdaysak veya alacağımız başka bir şey kalmadıysa yaşamaya son vermek mantıklı gelir. Aslında dürüst olmak gerekirse yaşamaya son vermek, çoğunlukla en mantıklısı gibi görünür. Çünkü hayatımızda sık sık duyduğumuz ıstırapların, güzellik ve saadetlerimizin önüne geçtiği zamanlar yaşarız. Sheakspear, bu olguyu şöyle ifade ediyor; “Zamanın kırbacına, zorbanın kahrına, sevgisinin kepaze edilmesine ve iyi insanların kötüler karşısında eğilmesine kim katlanabilir? Yüreğine bir hançer saplayıp vazgeçmek varken, böyle ağır bir hayatın altında terlemeyi kim tercih eder?” Peki sadece hazlar ve çıkarlar üzerine yaşanan bir hayatta, bizi sebep ve sonuçların debdebesinde var olma ıstırabından kim kurtarabilir? Hayatımızdaki tüm kötü anlamları silip anlamaktan tamamen arınmak ve bu ıstıraptan kurtulmak mümkün olabilir mi, insan için? Bu durum, fırtınalı bir gece karanlığında etrafı göremediğimiz ve fırtınanın başımıza ne iş getireceğini tahmin edemediğimizden yere kapanıp kulaklarımızı ve gözlerimizi ellerimizle kapamaya benzer. Fakat kulaklarımızı ve gözlerimizi ne kadar kapatsak da algımız halen açıktır. Yine de buna bir şekilde dayanabilirsek, sadece nefes almaya devam eder, güneşli güzel günlere tekrar erişip eskisi gibi kırlarda heyecan ve mutlulukla koşabilmeyi umarız. Bu bakımdan düşünüldüğünde anlamlardan yoksun, salt mantıksal bir hayat yaşamaya çalışmak; bize daha fazla acı verir ve karşımıza aşılması gereken daha büyük güçlükler çıkarır.

İnsanın yaşadığı hayal kırıklıkları ve dünyanın kötülüklerini anlayabilmesi karşısında duyduğu ıstırap sebebiyle anlamlardan kaçması veya kendine hiç bir şeyin bir anlamının olmadığına dair verdiği bu telkinler; bir balığın kendi kendine suyun olmadığını telkin etmesi ve sudan kaçmaya çalışması gibi geliyor bana. Bununla ilgili halk arasında anlatılagelen güzel bir menkıbe var. Bir gün balıklar, su diye bir şeyin uydurma mı yoksa gerçek mi olduğunu tartışmaya başlarlar. Aralarından biri bu konuyu bilge olan bin bıyıklı balığı bulup ona sormayı önerir. Fırtınalı ve dağdağalı okyanuslar aştıktan sonra, sonunda büyük okyanusun en derin yerinde yaşayan bin bıyıklı bilge balığı bulurlar ve ona suyun uydurma olup olmadığını, eğer uydurma değilse onun nasıl bir şey olduğunu, bilge balıktan anlatmasını isterler. Bin bıyıklı bilge balık; nasıl anlatacağını biraz düşündükten sonra, “Bana sudan başka bir şey gösterin, ben de size suyun ne olduğunu anlatayım.” diye cevap verir. Aslında bence, nihilistlere sorulabilecek güzel sorulardan birini bu menkıbe soruyor. Anlamların içinde yaşayıp onların dışına çıkamıyorsak onları bizim uydurduğumuzu söyleyebilir miyiz? Çünkü nihilizm, uydurulamayan anlamsızlığın ne olduğundan pek bahsetmez. Eğer anlamları kendimiz uyduruyorsak, boşluğa da anlam yükleyebiliriz. Pratikte, boşluğa konulan güzel bir sanat eserini gören hiç kimse sanat eserini bırakıp boşlukla ilgilenmez ve sanat eserindense boşluğu anlamlandırmaya çalışmaz. Burada boşluk, anlamlı olan değil, anlamlı olan şeyi belirginleştiren ve anlamlı kılan olgudur. Yani varlığı anlamlı kılan, yokluk ve hiçliktir. Bu yüzden salt mantıksal açıdan değerlendirdiğimizde tüm canlılığın var olması, biz olmasak da var olduklarından ötürü bir anlam ifade eder. Bu durumda, yaşadığımız evrende anlamsızlık diye bir şey söz konusu olamaz.

Günümüzdeki spekülatif materyalizmin öncüsü olan Quentin Meillassoux, şöyle diyor; “Absürtlük kendini şurada gösterir: Hiçbir şekilde anlam içermeyen bir dünyanın içinde anlam talebi zuhur etti.” Çünkü, anlamsız şeylerin bir araya gelip anlam arayan bir canlıyı var etmesi çok zorlama bir mantık olur. Tüm bu güzel ve kötü şeylerin, anlayabilen bir canlı için yapılmış olması daha mantıklıdır. Bir sanatçı; eğer sanat yapıyorsa, etrafındakiler ondan haz alsın ister. Bir açıdan sanatçıyı sanatçı, eserini de sanat yapan; onun sanatını anlayabilen canlıların var olmasıdır. Yani, hayatı anlıyor ve onun inceliklerinden haz alabiliyor olmamız, hayatı bir sanat eseri yapar. Eğer bir sanat eseri varsa sanatkar da vardır. Aslında bu açıdan bakıldığında Platon ve Aristoteles’in sanat hakkındaki düşüncelerine kulak verebiliriz. Aristoteles gerçek sanatın doğa ve yaşamın kendisi olduğunu, insanların sanat dediği şeylerin doğayı taklit etmek olduğunu söyler. Bu düşünce, sanat felsefesinde halen gücünü belli ölçüde korumaktadır.

Burada olayın salt mantık boyutunu bırakıp mistik boyutuna geçmek isabetli olacaktır. Nihilizm’in karanlığına bürünmeye başladığımı hissettiğimde aklıma mesnevideki şu söz gelir; “Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma, güneşler var…” Tasavvuf, yaşadığımız bu varoluş ıstırabı ve anlamsızlık girdabındaki kıvranışlarımıza güzel bir merhem ve iyi bir çare olabilir. Tasavvuf’un bu konuya bakışı, nihilizmin tam tersine, Platon ve Aristotales’in düşünceleriyle paralel olarak, hayat ve yaşamın Rahman-ı Rahim’in kudret tuvaline resmettiği bir sanat olduğu yönündedir. İnsan, anlayabildiği için vardır. Mevlana, evreni ve içindekileri iyi veya kötü olarak betimlemekten ziyade evreni bir bütün tablo olarak görür. Dünya, bir yönüyle iyi bir yönüyle kötü olan varlıklarla doludur. Mesela; bütün dünya için güzel olan Yusuf’un güzelliği, kardeşleri için kötüydü. Hayat, zıtlıkların bir birleriyle muhteşem uyumu ve ortaya çıkan harmonisidir. Yokluk, varlığı anlamlı kılan bir aynadır. Tasavvuf’a göre, ıstırap ve kederler, acizlik ve çaresizlikler; merhamet ve saf sevgi gibi insanın kalbini yumuşatarak onu Rabbine yaklaştıran güzel hasletlerin insanda zuhur etmesine yarayan yapboz parçalarıdır. Kötülüklerin olması; iyilikleri değerli ve anlamlı kılar. Zulüm ve acımasızlık; adaletin tecelli etmesine vesile olur. Bu sebeple iyi ve kötü gibi şüphe ve inanç da kıyamete kadar hep var olacaktır. Mevlana akıl ve kanıt ile hakikate ermekten çok aşk yoluyla hakikati yaşamayı tercih eder. İnsanın asıl ıstırabı, mantığındaki şüphelerden değil, Rabbinden ve kendi yaradılış fıtratından uzaklaşmasından kaynaklanır. İnsanın yaşadığı bu ıstırabını yenebilmesi; varlığını idrak edip hiçliğini fark ederek iradesi ile arzuları arasındaki gerilimde pişmesi ile mümkündür. Son olarak mesneviden şu alıntıyı yapmak isterim;

Lâ tahzen! (Üzülme!)
İnsanlar senin kalbini kırmışsa üzülme!
Rahman: (C.C), “Ben kırık kalplerdeyim” buyurmadı mı?
O halde ne diye üzülürsün ey can?
Gündüz gibi ışıyıp durmak istiyorsan;
Gece gibi kapkaranlık nefsini yak!
“Derdim var” diyorsun;
Dert insanı Hakk’a götüren Burak’tır;
Sen bunu biliyorsun.
Yusuf’u hatırla.
Dert nerede ise deva oraya gider.
Yoksulluk nerede ise nimet oraya gider.
Soru nerede ise cevap oraya verilir.
Gemi nerede ise su oradadır.
Suyu ara, susuzluğu elde et de sular alttan da yerden de fışkırmaya başlasın.

Lâ tahzen! (Üzülme!)
Ayağın kırıldı diye üzülme!
Allah senden aldığı ayak yerine belki sana kanat verecek.
Kuyu dibinde kaldın diye üzülme!
Yusuf kuyudan çıktı da Mısır’a sultan oldu, unutma! 

Şu uçan kuşlara bak! Ne ekerler, ne biçerler…
Onların rızkına kefil olan Allah; seni mi ihmal edecek sanırsın!
Yeter ki sen istemeyi bil…
Kapı Açılır, sen yeter ki vurmayı bil!
Ne Zaman dersen bilemem ama,
Açılmaz diye umutsuz olma,
Yeter ki O Kapıda Durmayı Bil…!

Sevginin diğer bir adı da sabırdır:
Açlığa sabredersin adı “oruç” olur.
Acıya sabredersin adı “metanet” olur.
İnsanlara sabredersin adı “hoşgörü” olur.
Dileğe sabredersin adı “dua” olur.
Duygulara sabredersin adı “gözyaşı” olur.
Özleme sabredersin adı “hasret” olur.
Sevgiye sabredersin adı “AŞK” olur…

Lâ tahzen! (Üzülme!)
Irmağa deniz, denize okyanus sığmaz. .
“Aşık” olmayana anlatsan da “Ben” “Sen” anlamaz.
Hakka ulaşmak için yoldur desen kimse inanmaz…
Gönlünde zerre-i miskal şems olmayan;
Yanmaz, yanamaz…

Önerilen makaleler

4 Yorum

  1. Avatar

    Merhabalar, ben 18 yaşındayım ve bu yazdıklarınız bana çokça ilham oldu. Bir arayış içerisindeyken inançlı, bilgin ve ukala olmayan insanlar bulmak çok zor. öyle ki veremedikleri her cevap karşısında sizi suçlayabiliyorlar, oysa ki tıpkı sizin gibi vardığı yolu kendi gerekçelerini sunarak anlatan kişiler benim gözümde en çok dinlenmeye değer kişilerdir. Felsefede tıpkı böyledir çünkü işin ucu düşünmeye dokunur ve tüm düşünürler vardıkları sonucu kendi gerekçeleriyle anlatırlar, ikna etme amacı gütmeden işte ben böyle düşünüyorum derler iddia ederler ama sonuç size kalmıştır, inançlı olsun ya da olmasın bu böyledir. Ama iş bir hacı hocadan dinlemeye gelince çoğu zaman dayatma peşindeler, çünkü başından beri inançlılar ve sorgulamaktan korkuyorlardır kim bilir. Her şeye cevap veremezler ama vereceklerini iddia ederler zaten karşıdakinin sana danışması bir şüphenin sonucuysa ona akla yatkın cevaplar vermelisin ki şüphesini sorgulasın. Sorgulamak dinden çıkarır diye bir kaide yok ama eminim ki bunun böyle olduğunu düşünen epey insan vardır. Benim çocukken gittiğim bir kuran kursu hocası mesela, sekizinci sınıftan sonra okulu bırakmamızı öğütler ve felsefeye lanet ederdi, o zamanlar ne demek istediğini bile anlamazdım. Tabi ki herkesin böyle olduğunu düşünmüyorum ama ne yazık ki toplumda bunun yaygın olduğu da bir gerçek -sorgulamadan inanmayı kastediyorum-. Umarım yazmaya devam edersiniz ve ben de sizi sıkça okuma zevkine erişebilirim.

    1. Avatar

      Merhaba, yorumunuz beni ziyadesiyle mutlu etti. Benim için, bir insanın hayatında çok küçük de olsa bir etki birakabilmek gerçekten bu dünyada değerli olarak sayabileceğim çok nadir şeylerdendir. Dediğiniz gibi aslında pek çok insan sorgulamaktan ve şüphelerinin üzerine gitmekten çekinir. Fakat aslında inancı anlamlı ve değerli kılan, șüphedir. Bana göre, aslında dindar olmakla muhafazakar olmak farklıdır. Sorgulamaya ve düşüncelere kapalı olmak, muhafazakarlıktır. Ve bu bir siyasi görüştür aslında. Tüm inançlardan, düşüncelerden ve milletlerden muhafazakar insan bulabilirsiniz. Fakat dindar olmak demek, şüphelerin üzerine gitmiş ve inancını arttırmış olmak demektir. Bu insan, düşüncelere şüphelere ve yeniliklere kapalı değildir. Ülkemizdeki muhafazakar sayısı çok yüksek. Ve bu insanların düşüncelerinin çok büyük bir kısmını siyasi anlayışları oluşturur. Fakat pek sorgulamadıklari için bunun farkına varamazlar. Yine de bana öyle geliyor ki, insanları değiştirmeye çalışmaktan veya yargılamaktansa kendimizi değiştirmeye ve yargılamaya çalışmak en doğru seçenektir.

  2. Avatar

    Merhaba, yanıtınız için teşekkür ederim. Aslında yazdıklarım pek yanıt almayacağımı düşünerek yazdığım şeylerdi madem yanıt verdiniz bende buna güvenerek bir şey sormak istiyorum. Peki ya inanmak isteyip inanamayanlar ne yapmalı?

    1. Avatar

      Nasıl inanırım sorusu, aslında cevabını sadece kendinin bulabileceği bir soru. Ben bir cevap versem de senin için ne ifade eder bilmiyorum. Yine de nasıl inandığımı söyleyeyim. Aslında mantık, referansa tabidir. Yani mantıksal olarak kesin doğru bulunamaz. Çünkü mevcuttaki tüm bilginin bilinmesi gerekir ki mantık bizi mutlak doğruya götürebilsin. Fakat hiç bir zaman her şeyi bilemeyeceğiz. Bu durumda muhakkak kendi mantığımıza inanmamız gerekir. Yani aslında herkes bir şeylere inanır. Evet inancı zayıf olsa da inanmak durumundadır. Buradaki doğru soru aslında Allah’ın varlığına nasıl inanabilirim sorusu. Bu konuda Mevlana’nın düşüncelerine katılıyorum. İnancın ilk aşaması mantıktır. Bir dağın arkasından bir duman görürsün ve bu dağın arkasında bir ateş olmalı diye bir mantık kurarsın. Fakat inancın artması ve metaforik olarak o dağı aşabilmek daha çok kalben görebilmekten geçiyor. Bu yüzden de insanın vicdanen temiz kalabilmesi, kalbinde bazı merhamet, şevkat ve sevgi gibi güzel duyguları tüm mevcudata karşı hissedebilmesi gerekiyor. Aslında insanın fıtratında bu vardır. Fakat kibirden kaynaklanan haset ve nefretler, bu duyguları maskeler, vicdanı köreltir ve insanı kötülüklere yöneltir. Bu şekilde insan göremez. Bir simülasyonda yaşıyor gibi onun tüm gerçekliği sadece görebildiği ve hissedebildiği materyalist bir dünyadır. Allah’ın varlığını kalbinde hissedemez. Bu yüzden, ona inanmak saçma gelir. Kalbi temiz tutmak, Allah’ın kitaplarda anlattığı iyi ve doğru bir şekilde yaşamak, inanmak için elzemdir. Çünkü, gerçeği gören gözler değildir, kalptir ancak. Bu sebeple inanmak için insanın fıtratında zaten olan saf iyiye ve güzele yönelmesi gerekiyor. Bu iyi ve güzelin ne olduğunu da tabi ki önce öğrenmek gerekiyor. İlahi kitaplar, bu yüzden inmiştir. Onu ön yargısız bir şekilde ve temiz kalple okumak ve öğrenmek gerek. Daha sonra aklına takılan ve şüphelendiğin şeylerin üzerine bir bir gitmek gerek. Bunu yaparken de temiz kalabilmeye özen göstermek gerek. Son olarak şunu söylemeliyim. Aslında kaybolduysan, bu o kadar da kötüye işaret değildir. Çünkü sadece bir şeyler arayanlar kaybolur. Ve kaybolan aradığı müddetçe er ya da geç yolunu bulacaktır. Allah hakkında hayırlısını ve güzelini nasip etsin. 🙂 Aklına şöyle bir soru gelebilir. Neden şüphe var ve bunca çaba neden? Çünkü bence, insan olabilmenin ve öyle kalabilmenin yolu ancak bu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »