Karamazov Kardeşler ve Dile Getirmeye Çekindiğimiz Sorular

Siyaset gündemi hayatımızın içine o kadar girdi ki, bir kitap okumak bile zor gelir oldu şu günlerde. Bunu kendi içimde kırarak, bir müddet es verdiğim Karamazov Kardeşler romanını bu gün bitirdim. Ve roman hakkında kısa bir inceleme yazmaya karar verdim.

“Tanrıyı inkar etmiyorum. Sadece onun yarattığı bu dünyayı kabul edemiyorum.” Romanda Karamazov kardeşlerden biri olan Ivan, dünyadaki kötülük ve acıların dehşeti karşısında böyle söylüyor. Hepimiz zaman zaman dünyanın o karanlık tarafını görüp bu düşüncelere kapılabiliyoruz. Bence Karamazov Kardeşler romanını dünya klasiklerinden biri yapan en belirgin özelliği, varoluşa ait sorulmuş soruları, bu soruların ahlaki ve vicdani boyutlarını bir senaryo çerçevesinde güzel bir şekilde dile getirmesidir.

Romanda kardeşler, farklı düşünce ve inançları temsil ediyor. Ivan, Materyalizm’i; Alyoşa, Mistisizm’i, Dimitri ise Pragmatizm’i yaşayan karakterler. Ivan’ın materyalist düşünceye sahip olduğunu yazdığı makalelerden anlıyoruz. Onun en belirgin savı, ahlak ve ahlaksızlık diye bir şeyin olmadığı, bu sayede kötülüklerin de bir mantık çerçevesinde meşrulaştırılabileceği şeklinde. Bu düşünce,  romanın ilerleyen kısımlarında işlenen cinayetin  failini azmettiren temel düşünce olarak görülüyor. Aslında bu tema Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanında da işlenmiş. Alyoşa, genç yaştan itibaren kilisede eğitim gören bir genç olarak meseleler karşısında hep anlayışlı, kibar ve ağır başlı davranıyor. Bu yönüyle Alyoşa, inancı ve mistik düşünceyi temsil ediyor. Dimitri ise bütün olaylarda kendi çıkarını ön plana koyan, kendi rahatına, zevkine ve sefasına düşkün biri olarak meseleleri; işine geldiğinde inanç, gelmediğinde inkar yolu ile yorumluyor. Bu yönüyle, pragmatizmi temsil ediyor.

Aslında bu karakterleri gündelik hayatımızda genellikle görebiliriz. Romanı güzel yapan bir diğer unsur, gündelik hayatımızda gördüğümüz bu karakterlerin psikolojilerini güzel bir şekilde betimlemesidir. Fakat bunun ötesinde romanın temasında sorulmuş ve cevapsız bırakılmış önemli bir soru var. Bu soruyu zaman zaman herkes kendine sormuştur. Rabbimiz bu kadar merhametli ve iyiyken neden dünyada işlenen bunca kötülüğe ve insanların birbirine yaptıkları akıl almaz bu zulümlere sessiz kalıyor?
Aslında Ivan’ın “Tanrıyı inkar etmiyorum. Sadece onun yarattığı bu dünyayı kabul edemiyorum.” sözüyle kastettiği şey tam da bu. Ivan, bu düşüncesini romanda şuna benzer örneklerle açıklıyor;

“Rus çocuklarına ait çok, pek çok haber topladım Alyoşa. Biri şöyleydi; Küçücük, beş yaşında bir kızcağızdan anası babası, “saygıdeğer, mevki sahibi, okumuş, terbiye görmüş” insanlar nefret ediyorlardı. Bak, bir daha kesin olarak söyleyeyim, bazı insanlarda çocukları, sadece çocukları hırpalama zevki tam bir tutkunluk hali almıştır. İnsan cinsinden başka yaratıklara karşı Avrupalılar gibi aydın ve insansever, son derece hatırlı, yumuşaktırlar. Ama çocukları hırpalamaktan pek hoşlanırlar, hatta çocukları bu anlamda severler. Canavarları, karşısındakinin aczi kendini koruyamayan, kimseye sığınamayan bir yavrunun melekvari, safça güveni büsbütün kışkırtır. Bütün bunlar zalimin damarlarındaki kötü kanı kızıştırır. Şüphesiz, her insanda bir hayvan gizlidir; hiddet, hırpaladığı kurbanın haykırışlarından kabaran şehvet hayvanı sefahatin verdiği kötü hastalıkların, nekris, böbrek, vb. illetlerin hayvanı, zincirinden boşanmış bir canavar… O zavallı beş yaşındaki kıza aydın geçinen ana babası çeşitli eziyetler ederlerdi. Elle, sopayla döver, zaman zaman tekmeler, neden yaptıklarını iyice bilmeden çocuğun vücudunu çürük içinde bırakırlardı. Sonunda işkencenin en incesine vardılar: Haber vermediği için küçük kızlarını kışın en soğuk gecelerinde helaya kapatmaya başladılar. (Sanki o yaşta, deliksiz uykuya dalmış bir çocuk aptesi geldiğini haber vermeyi bilebilirmiş gibi) Ceza olarak pisliğini yüzüne sürüyor, ağzına sokarak yemeye zorluyorlardı. Bunu yapan, kızın öz annesiydi! Bu ana, kızının pis helada inlediğini duyarken yatağında rahat uyuyabiliyordu! Düşün, başına geleni kavrayamayacak kadar küçük yaratık o murdar, karanlık, soğuk yerde, ufacık eliyle sızlayan göğsünü yumruklayarak gözyaşları döküyor, “Tanrıcığı”na onu koruması için yalvarıyordu. Bu saçmalığa akıl erdirebiliyor musun sen dostum, kardeşim, dindar rahip adayı? Bu saçmalığın ne gereği var, dünyada varlığının nedeni ne? Bu olmasa, insan iyilikle kötülüğü ayırt edemeyeceği için yaşayamazmış derler. Bu kadar pahalıya patlayan iyilikle kötülüğün canı cehenneme! Bir yavrunun “Tanrıcığı”na döktüğü gözyaşları dünyanın bütün bilgisine bedeldir. Büyüklerin acılarını hesaba katmıyorum; onlar elma yemiş; cehenneme kadar yolu var, fakat bunlar, bunlar!..”

Bence bir çoğumuz yaşantımızda bu tarz dehşete düşüren hikayeleri duymuş, görmüş veya yaşamışızdır. Bazı insanlar, olayların dehşeti karşısında tamamen öfke ve nefrete bürünerek tüm mistik düşüncelerini kaybeder, kendisine sorduğu bu sorunun cevabını arama zahmetine bile girmezler. Bazıları, ne olursa olsun böyle bir olay kendi başına gelmeden yine hiçbir şeyi sorgulama zahmetine girmez ve sadece inançlarına sarılır. Diğerleri ise, bu karanlığın kalbinde yarattığı öfke ve nefretten sıyrılarak kendilerine sordukları bu soruyu sorgulama ve bir cevap arama yoluna gidebilirler. Kendime kadar bu dünyanın yıkıcı olan acı ve ıstırabını tatmış, şahit olmuş biri olarak kendimi bu üçüncü yolu seçmeyi başaranlardan sayıyorum.

Öncelikle bu soruya, ilahi kitaplardan bir cevap bulmaya çalıştım. Nitekim Kuran’a baktığımızda bizim kendimize sorduğumuz bu soruyu tarihte ilk kez melek soruyor. Konu Kuran’da şu şekilde anlatılır;  Melekler, Rabbe “Biz sana ibadet edip dururken yeryüzünde kan döküp fitne çıkaracak insanı mı yaratacaksın?” diye soruyorlar. Rab ise Hz. Adem’e düşünebilme ve bağ kurabilme kabiliyeti verip Hz. Adem’e sorduğu soruların cevabını vermesini istiyor. Melekler bu sorulara cevap veremezken Hz. Adem bu sorulara cevap veriyor. Bunun üzerine melekler bilmedikleri bir konuda bu şekilde karşı geldikleri için tövbe istiğfar ederek Rabb’e sığınıyorlar.

Bu olay, tabi ki bir çok farklı şekilde yorumlanabilir. Fakat buradan en belirgin olarak; insanı insan yapan en temel unsurun düşünerek bağ kurabilme ve sorulara cevap bulabilme özelliği olduğu anlaşılıyor. Bence bu özelliğin insanda vuku bulabilmesi, ancak şu üç koşula bağlıdır; Şüphe, özgür irade ve ıstırap. 

Öncelikle şüphenin olmadığı ve her şeyin kesin olduğu bir dünyada düşünmenin ve fikrin de hiç bir yeri olamaz. Bu durumda insanın en temel özelliği de vuku bulamaz. İkinci olarak özgür iradenin olmaması demek; insanı düşünmeye ve cevap aramaya sevk eden merak, iştiyak ve gözlemin de vuku bulamaması anlamına gelir. Son olarak insanı insan yapan en önemli diğer unsur; ıstıraptır. İnsan aklı, kendi çıkar ve rahatına dönük çalışır. Yani, aklın meşru mahsulü, avarelik ve tembelliktir. Bu yüzden, insanı düşünmeye ve üretmeye zorlayan en önemli bir diğer etken, ıstıraptır. Bu üçünü topladığımızda, mevcut dünya düzeni kaçınılmaz bir hal alıyor.

Evet, bazı şeylerin bedeli çok ağır. Kabul ediyorum. Hele ki, cehaletin bedelinin ağırlığını tahmin bile edemezsiniz. Belki de bu yüzden masum ve mazlumlara yapılan bu denli zulüm ve kötülükler hakkında Rabbimizi suçlamak yerine kendimizi ve cehaleti suçlamamız gerekiyordur. Çünkü insan olarak varolmak demek, sadece bireysel çıkarların peşinde var olmaktan öte, bulduğumuz cevapların, düşünce ve inançların peşinden koşarak kötülükle mücadele etmek anlamına geliyor. Yani o küçücük yavrunun ve yavruların, haksızlık ve zulüm altında inleyen nice mazlumların yaşadığı acıları ne kadar hissederek onun için, onlar adına bir mücadelenin parçası olabiliyorsak o kadar insanızdır. Yoksa, kendi kendine ve sadece kendi için yaşanılan kısacık bir hayatın nasıl bir değeri ve anlamı olabilir ki?

Evet, insan olmak çok zordur dostlar. Ve muhakkak ki, her insan olarak doğan, insan olarak ölmez. Bu yüzdendir ki, insan olmak; yani etiyle kemiğiyle insan olmak; acı ve ıstırapla yoğrulmuş düşüncelerin,  şüphe ile beslenmiş seçimlerin ve bunların sonucunda ödenen ağır bedellerin altında durmadan cehalet, kötülük ve zulümle savaşarak insan kalabilmek demektir. Cehalet sadece bilmemek değildir. Eylem ve bilgilerin sorgulanmaması, bunun sonucunda ortaya çıkan saf kötülüğün adıdır. Mevcudiyetimizin yegane amaçlarından biri, cehaletin ağır sonuçlarını görerek, hissettiğimiz bu amansız ıstırapla bu cehalete karşı irfanımızın yol gösterdiği ölçüde savaşmaktır.

Yusuf

Yusuf

Bir Mühendis.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »