Hepimiz İçin Adalet

Vatanı vatan yapan uğruna dökülmüş kanlar mıdır sadece? Toprak uğruna savaşmamızın tek nedeni o topraklarda doğup büyümemiz midir? Bir insan, niçin doğup büyüdüğü toprakları ölmek pahasına savunmalı, niçin o topraklar için hiç tanımadığı insanları gözünü bile kırpmadan öldürebilmelidir? Sanırım, herkes bu sorulara kendi meşru cevaplarını bulabilir. Fakat, aslında tüm bu cevaplar, ortak bir konuda kesişir; adil yaşam ve doğal haklar…

Kutsal olan; sadece yaşamak değildir, sayın okuyucu. Kutsal olan; adil yaşamaktır. Biz Müslümanlar, buna hakkaniyet deriz. Baki kalmadığımız ve kimsenin de baki kalamayacağı bu dünyada, uğruna öldüğümüz şeyler; bir karış toprak, üç beş kubbeli binadan bozma bir şehir olmadı ve olamaz hiçbir zaman. Uğruna ölünebilecek yegane kutsalımız, hakkaniyettir. Ancak bu uğurda bir ölmek veya öldürmek meşru olabilir bizler için. Adil ve hakkaniyetli yaşayamadığı bir kara parçası; vatanı değil, cehennemidir insanın. Peki ya insan, niçin kendi cehennemi için savaşsın, hem ölsün hem öldürsün?

Eğer toprağa, sadece maddi bir değer biçersek, o toprak zenginlerin olur. Sadece dini bir değer biçersek, ruhban sınıfının olur. Ulusal bir değer biçersek, politikacıların olur. Hiyerarşik bir değer biçersek, aristokratların olur. Halbuki şu 3 günlük dünyada yaşayıp kendini oraya ait hissedeceği bir karış toprak her insanın hatta her canlının en doğal ihtiyacı ve hakkıdır. Siyaset, tüm bu değerleri dengelemek, istikrar oluşturmak ve adaleti sağlamak için yapılıdır. Eğer siyaset, toplumun bu temel ihtiyaç ve haklarını koruyacak çözümler üretemiyorsa, o siyasetin hiç bir anlamı yoktur. Siyasetin adalet adına çözüm üretemediği yerde adaletsizlik, adaletsizliğin olduğu yerde anarşi başlar.

Eğer bir memlekette, adalet kalmadıysa uğruna savaşılacak başka hiçbir şey kalmaz. Savaştığımız; Hristiyanlar, Avrupalılar, İttifak Güçleri veya adını öteki olarak koyduğumuz herhangi bir şey olmadı ve olmamalıydı hiçbir zaman. Adaletsizliğe karşı savaştık ve savaşmalıydık. Dedelerimiz, adil ve özgür bir şekilde, bir adalet çatısı altında yaşayabilelim diye toprağa düştüler ve sadece bu maksatla düşmeliydiler. Peki ya şimdi? Gerçekten o adalet çatısı altında mı yaşıyoruz? Adaletsizliğe karşı durmamız gerekirken kime karşı duruyoruz? Tek derdimiz; bizim gibi olmayan, bizimle benzer düşünmeyen ve toplumun farklı kesimlerinde olan insanlara karşı savaşmak ve onları yenmek mi? Onları öteki ilan ederek yendiğimizde ne bulmayı umuyoruz? Bu topraklarda yaşayan insanların hakları yeniyorsa, bu hakkı Mehmet’in mi yoksa David’in mi yediğinin önemi var mı? Karşısında durup savaşmamız gereken bunca adam kayırmacılığın, liyakatsizliğin, hukuksuzluğun, haksızlık ve riyakarlığın alenen desteklendiği bir memleket, bağımsız, müreffeh ve uğruna ölünebilecek bir memleket olabilir mi?

Aslında Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren çok çok uzun zamandır sadece kavramların peşinden koştuk. Uğruna öldüğümüz ve öldürdüğümüz anlamların zihnimizde bu denli sığlaşması beraberinde bize sefaletten başka bir şey getirmedi. Sefalet, cehaleti besledi. Cehalet ise hem sefaletin hem de bu topraklardaki tüm kötülüklerin yegane sebebi oldu. Cehaletin olduğu yerde adaleti ve hakkaniyeti de arama. Çünkü, cehalet; özünde hakkaniyetten uzaklaşmaktır. Hakkaniyet kavramından soyutlandıkça insan hayatı, bir bozuk para kadar değersiz; hak yemek ve hukuk çiğnemek, yemek yemek kadar normal hale geliyor. Tüm bunlarla beraber fark etmesek de vatansızlaşıyoruz sayın okuyucu. Özümüzden bu denli kopuşlarımız , bu denli büyük göçüşlerimiz ondan.

Aslında bunun literatürdeki ismi; yozlaşmadır. “Bir toplum niçin yozlaşır?” sorusunun bir çok cevabı olabilir. Fakat bir toplumun yozlaşmasının en somut sebebi, devletin gücünü kötüye kullanmasıdır. Yani, devlet büyüklerinin mevcut hukuki düzeni çiğneyerek keyfi olarak devlet gücünü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasıyla, toplumsal bir güvensizlik ortamı oluşur. Toplumun, devletin adaletine olan güveni sarsılır. Bu güven sarsıldığında insanlar kişisel çıkarlarını toplum çıkarlarının önüne daha fazla koyarlar. Adaletin devlet tarafından sağlanamadığını düşündükleri için herkes kendi adalet anlayışını toplumsal yaşamına geçirmeye çalışır. Bunun sonucunda toplumdaki haksızlıklar, anlaşmazlıklar ve bunlara bağlı olarak suç oranları artar. Adalet haykırışları yükselmeye, zulümler artmaya ve zihinlerdeki kutsal anlamlar kaybolmaya başlar. Adaletin olmadığı yerde toplumdaki yoksulluk ve anarşi artar. Sefalet baş gösterir ve en kötüsü sefaletin ve cehaletin birbirini beslediği bir kısır döngü oluşur. Yani her şey, adaleti sağlaması gerekenlerin hukuku çiğnenmesiyle başlar. Tabi ki bu süreci, toplumdan bağımsız düşünemeyiz. Yargı mensupları da toplumun içinden gelen insanlardır. Bu yüzden toplumun hakkaniyet ve adalet anlayışı bu süreçte önemli bir rol oynar.

İşte asıl savaşmamız gereken bu yozlaşma ve kokuşmadır. Vatanı vatan yapan, adaletidir sayın okuyucu. Uğruna kan dökmeye layık olan tek şey, adalettir. Toplumdaki yozlaşmanın asıl sebebi bozuk ve adaleti sağlayamayan bir devlet mekanizması ise, liyakat; bu devlet mekanizmasının düzgün işlemesinin tek koşuludur. Hukuk sistemi olan her devletin adaleti olmayabilir. Çünkü adalet, ancak ve ancak mevcut hukuk sisteminin tüm yurttaşlara eşit ve adil bir şekilde işletilebilmesidir. Adaleti tesis etmenin ilk adımı, liyakatsizliği yenmektir. Çünkü devleti yönetenler dinin, milliyetçiliğin ve halkın köhne duygularının ardına saklanan cahil ve çıkarcı insanlar olduğu sürece ne yurttaşın başı beladan kurtulabilir, ne de devletin hukuku adil bir şekilde işletilebilir. Hukuku işletilemeyen bir devletin bağımsızlığı da askıda demektir. Fakat liyakatin gelmesi, toplumdaki hakkaniyet anlayışına bağlıdır. Çünkü hakkaniyetten uzak bir toplumda adam kayırmacılığın, riyakarlığın ve zulmün önüne geçilemez. Böyle bir toplum, kendi kendine helak olmaya mahkumdur.

Tarihte helak olmuş toplumları incelediğimizde bu toplumların sadece sapkın toplumlar değil, adaletin ve ifade özgürlüğünün olmadığı toplumlar olduğunu, mevcut otoritenin çok güçlü ve baskın olduğunu görürüz. Hatta en belirgin özellikleri sapkın olmak değildir. Nice sapkın toplumlar helak edilmemiştir. Helak olan toplumların en belirgin özellikleri, onlara hakkaniyeti anlatanları veya hakkaniyetle yaşayanları linç etmek, öldürmek veya zarar vermekle tehdit etmeleridir. Çünkü, böyle toplumlarda güçlü; çok güçlü, güçsüz de, çok güçsüzdür. Yani bu koşullarda ifade özgürlüğünden ve adaletten bahsedemeyiz. Bu adaletsizlik, helaki önüne geçilemez hale getirmiştir. Çünkü, adaletin olmadığı toplumlar; dünyaya kötülükten başka bir şey yaymaz. İşte bu yüzden, anlatmak zorundayız. İnsanları hakkaniyetli olmaya davet etmek ve onları hakkaniyetli olmaya ikna etmek zorundayız. En çok adalet hakkında konuşmalı, adalet hakkında okumalı ve adalet hakkında yazmalıyız. Çünkü bu vatan ve hepimiz için adalete her şeyden çok ihtiyacımız var.

Yusuf

Yusuf

Bir Mühendis.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »