Efendim, Avrupa’nın kötü yanlarını ve ahlaksızlığını değil de güzel yanlarını almamız gerekiyormuş. Bu söz, ben küçüklüğümden beridir öğretmenlerim ve bazı amcalar tarafından sürekli söylenip dururdu. Hatta o kadar çok duyuyordum ki, artık hiç sorgulamadan kabul etmiştim. Ve halen bazı zamanlar buna benzer telaffuzların münferit kişiler tarafından tekrarlandığını işitiyorum. Aynı kalıp, belki Osmanlı’nın 19. yy’ından beridir kullanılagelse de halen eskiyememiş ve bazı çevrelerde işlevini koruyor gibi gözüküyor. Fakat bana göre bu söylem, kültürel çatışmanın en sade ifadesidir ve temelini bir fikir oluşturmaz.
Evet, kabul etmem gerekirse iyi, kötü, ahlaklı ve ahlaksız gibi anlamları oluşturan, kanaatlerdir. Kanaatleri ise düşünceler oluşturur. Fakat bir düşünceyi kabul ettiğinizde onun teşkil ettiği iyi ve kötü anlamların tamamını da kabul etmiş olursunuz. Avrupa’dan alınan şey, düşüncedir. Düşünceleri parçalayıp bölemezsiniz. Sadece yeni bir bakış açısıyla yorumlayarak yenisini üretebilirsiniz. Eğer yeni bir düşünce üretemiyorsanız, o zaman üretilmiş olanı kullanmanız gerekir ki, bu durumda onun içindeki size göre ahlaklıyı ve ahlaksızı hep birlikte kabul etmeniz gerekir.
Bana göre her düşünce, uzun vadede bir inanca ve bu inanç ikna kabiliyeti ölçüsünde kollektif toplum sözleşmelerine dönüşür. Bu yüzden her toplumun sözleştiği iyi ve kötü anlamlar farklılıklar gösterebilir. Toplumdaki hukuk kuralları adalet anlayışı, kültür ve gelenek yaşantıları bu doğrultuda gelişip düşünce olmaktan sıyrılırlar. Düzeni sağlayan ve insanları bir arada tutan unsur, bu sözleşmeler bütünüdür. Fakat görüldüğü üzere sözleşmelerin temelinde düşünceler vardır. Değişen yaşam şartları, gelişen medeni problemler ve zamanın gereksinimleri ile birlikte her düzen, yeni bir düşünceye, yeni bir bakış açısına ihtiyaç duyar. Ya bu toplumsal düşünce gereksinimini kendi toplumsal ihtiyaçlarınıza göre üretirsiniz ya da başka bir toplumun ürettiklerini kullanırsınız. Eğer başka bir toplumun fikirlerini tüketiyorsanız, bu durumda o toplumun doğru ve yanlışlarını, etik değerlerini de benimsemiş olursunuz. Ben ahlaklı tarafını alırım diye bir durum söz konusu olamaz diye düşünüyorum. Çünkü etiği belirleyen şey bu düşüncedir temelinde.
Aslında bizim temel problemimiz batının ahlaklı ya da ahlaksız tarafını alıyor olmamızdan ileri gelmiyor. Düşünce ve fikir üretememizden ileri geliyor. Bu yüzden tüm sosyolojik standartlarımızı batının ürettiklerine uydurmaya çalışıyoruz. Kendi değerlerimizi referans alan bir hukuk yapamıyoruz. Çünkü bu konuda kendi toplumumuza, medeni problemlerimize ve inanışlarımıza göre fikirler üretmiş felsefecilerimiz, hukuk düşünürlerimiz ya yok ya da yeterli değil. Biz de gidip İsveç’in hukuk sistemini alıyoruz. Buna benzer durumlar ise başka sosyolojik problemlere sebep oluyor. Yani bence tarihsel olarak bütün bu problemler, düşünürlerimizi otoritenin zorbalığına karşı koruyamamaya istinat ediyor. Fakat, bu durumun bana göre çok basit siyasi sebepleri var. Bunların başında coğrafyadaki güç dengelerinin sürekli değişmesi ve kozpolite geliyor. Siyasi krizleri bol olan bir coğrafyada otoriteler, her zaman muhaliflerine karşı zorba ve baskındır. Fikir gelişimine ket vuran yegane engel ise baskıcı bir otoritedir.
Osmanlı, 2. Mahmut döneminden itibaren fikren Avrupa’nın gerisine düştüğünü anlayıp Avrupaya öğrenci göndermeye başlıyor. Sanırım, o zamanlardan beridir Avrupa’ya aynı bakış açısıyla bakıyoruz; “Batı’ nın gelişmişliğini alalım ama ahlaksızlığını ve kötülüğünü almayalım.” 2. Mahmut döneminden bu güne kadar köprünün altından epeyce bir su aktı. Bu süre zarfında, aslında durumun hiç de öyle söylendiği gibi olmadığını anlamamız gerekirdi. Belki, bunu zamanında belirtmiş düşünürlerimiz olmuşsa da susturulmuştur. Çünkü bu coğrafyada otoriteye karşı etki yaratacak hiç bir fikre tahammül yoktur. Bu sebeple sanırım aynı şeyleri tekrarlayıp duruyoruz. Avrupa’ya giden insanlarımız Avrupa’nın düşünceleriyle aydınlanıp geldiklerinde buraya o düşünce sistemini uygulamaya çalıştılar. Fakat bu aydınlanmanın ve düşünsel alt yapının buradaki toplumda hiç bir karşılığı olmadığından tek getirisi karşılıksız ya da çok az bir karşılıkla kan ve gözyaşı oldu. Yani aslında fikir üretmediğimiz sürece sadece iki seçeneğimiz var; ya iyisiyle kötüsüyle tamamen Avrupalı olacağız, ya da orta çağda yaşayan bir kabile toplumu olarak yaşamımızı sürdüreceğiz.