Kafamın içinde uçuşup beni rahatsız eden çok fazla düşünce var. Yazmak, belki beni biraz olsun rahatlatır umuduyla gece vakti düşünce avına çıktım. Ama bir tanesini bile yakalayıp yazamıyorum. Eskiden gecenin bir vakti beni uyandıran, başımın ucunda dolaşarak vızıldayan ve sinir bozan sinekler olurdu. Yarı uykulu bir şekilde onları yakalamaya çalışmak, uykusuz kalmış benim için tam bir işgenceye dönerdi. Artık sinekler yok. Onların yerini düşünceler aldı. Bu düşünceler, sanki ruhumun cesedi etrafına toplanmış, uçuşan sinekler gibiler. Ölü bir adamı sinekler rahatsız etmez. Lakin, ölmüş ve bedeninden dışarı çıkıp kendine bakan bir adam için bunlar birer can sıkıntısıdır. Birer çöküntüdür ki, hepsi bir araya gelip göğsümden topuklarıma kadar hissettiğim bir sızı halini alıyorlar.
Sinirlerim bozuk değil. Ama sızlıyor. Bir taraftan bu sızıyı dinliyorum, bir taraftan da dışarıdan gelen kahkaha ve gülüşme seslerini. Her kahkaha, bana muhabbet ile içimi ısıttığım şen günleri hatırlatıyor. Bir insanın yalnız kalmasıyla olmaması arasında ne kadar da büyük fark var. Öyle ki yalnız kalan benle yalnız olmayan ben düpedüz farklı kişiler. Biri ışıl ışıl, sıcak, şen ve güler yüzlü. Diğeri ise köhne, buz gibi, enkaz altında kalmış ve yüzü belirsiz. Herkes, ilki olmak ister. Fakat, bazen istemek bile zor gelir. Bana olan şey bu. Sanırım artık daha gerçekçi biriyim. Gerçek olmayan bir dünyada gerçekçi olmak, tam bir garabetlik örneğidir. Bu yüzden artık istemeyi bile bıraktım. Çünkü, arıyorum ama bu dünyada bana yalnızlıktan başka hiç bir şey daha gerçek gelmiyor.
Bu dünyadaki her şey kanaattir. Bu yüzden belki de kendimi kandırıyor olabilirim. Aslında bakınca kendimi bu yönde kandırmak benim için daha kolaymış gibi duruyor. Bazen keşke kendimi daha pozitif yönde kandırabilsem dediğim oluyor. Fakat, o yönde. bir türlü derinlik bulamadığımdan çabalamak içimden gelmiyor. Yalnızlıktan kaçmak, mutlu olmak için çabalamak, kazanmak… Bana artık hep sığ geliyor bunlar. Filmlerde seyredilen zombilerle dolu bir gezegende ölümden kaçıp yaşamaya çalışmak gibi mantıksız geliyor. Artık benim için, bayağı bir mutluluktansa sahici bir mutsuzluk yeğdir. İşte bu yüzden, bu dünyada kaybetmeye mahkum oluyorum sanırım.
Bazen de umutsuzluk daha güzel geliyor. Çünkü, umutsuz olmak, çabalamaktan her zaman daha kolaydır. Fakat umutsuzluğu oluşturan şey, şartlardır. Bunlardan kurtulmanın yolu ise mucizelere inanmaktır. Mucizelere inanıyorum. Fakat, kendimi bir türlü bir mucizeye layık göremiyorum. Dahası kendimi sevilmeye bile layık göremediğim zamanlar oluyor. Aslında tabi ki sevdiğim taraflarım var. Aynı zaman da sevmediğim taraflarım da. Ve bunlar zamanla değişiyor, artıp azalıyorlar. Fakat, asla bir taraf tamamen kaybolmuyor. Bu durumda, insan kendine her an şahit olarak yaşarken her şeyini nasıl sevebilir ve sevilmek konusunda kendinden nasıl emin olabilir bilmiyorum. En azından şimdilik bu, bana pek mümkün gözükmüyor. Bu yüzden de bir kez daha malup sayılıyorum bu hayatta.
Olsun, varsın. Ben de kendi düşüncelerimi kovalayıp dururum her gece böyle. Hiç bir şeyi bilmezken ve her daim takip edilen bir dünyada kaybolmuşken yine de tek bir şeyi biliyorum. O da yaratan Rabbimdir. Kovaladığım tüm bu düşüncelerin tek avuntusu, teselli kaynağı ve dayandığı güvence bu. Yaşadığım dünyada hiç bir şey gerçek olmasa da bu gerçek olmayan şeylerin hissettirdikleri şeyler gerçek. Bu hisler tıpkı farklı renklere bürünüp derinliklere doğru akıp giden, sonunda onu yaratanı işaret eden ışık hüzmeleri gibiler. Sanırım çabalamaya değecek, onları takip etmekten, kovalamaktan ve dinlemekten başka bir şey değil.