Bu aralar milliyetçilik akımının nasıl ortaya çıkıp yayıldığı ile ilgili bazı yerli ve yabancı kitaplar okuyordum. Yazımın en sonunda bu kitapların hangileri olduğunu belirteceğim. Tüm bu, yerli ve yabancı kaynaklara bakınca belki yanılıyorumdur ama, bizdeki milliyetçilik kavramı ile batıdaki milliyetçiliğin farklı olduğu hemen anlayabiliyorum. Bu okumalarımın sebebi, milliyetçiliğin bana çok ilkel ve saçma gelmesiydi aslında. Okudum, çünkü anlam veremediğim bu ilkelliği anlamaya çalıştım diyelim.
Bizdeki milliyetçilik biraz daha devletçilikle birleşik bir çeşit kavimcilik gibi duruyor. Orta Asyadaki Çin baskısıyla bir yurt, kimlik ve aidiyet ihtiyacına karşılık oluşmuş ve kültür haline gelmiş, gelenekselleşmiş. Yani, batıda milliyetçilik anlayışı henüz yokken bizde vardı. Fakat, monarşi ve otokrasi bizim milliyetçilik anlayışımızın neredeyse bir parçasıdır. Tarihte bu kadar çok devleti kurmuş olmamızın sebebi de budur diye düşünüyorum. İtaat etmek ve sorgulamaya kapalı olmak, karizmatik liderlere olan inancın ve güvenin sarsılmasına asla müsade etmemiştir. Bu şekilde her zaman bizim milletimizi var edenler, liderler ve atalar olmuştur.
Bizde halihazırda bir milliyetçilik anlayışı varken Batı’da bu anlayış 1789 – 1799 yılları arasında Fransa’da farklı bir şekilde cereyan ediyor. Sefalet içerisinde yaşayan Fransız halkı, matbaanın etkisiyle aydınlanarak ortak bir bilinç oluşturmaya başlıyor. Aslında oradaki milliyetçilik, bu ortak bilinçle monarşiye, haksızlık ve eşitsizliklere bir baş kaldırı şeklinde, bir iç hesaplaşma olarak açığa çıkıyor. Yani, kendi monarşilerine karşı, milli irade arayışı ile savaşıyorlar. Bu başarı, çevredeki tüm milletler için bir ilham kaynağı oluyor ve artık dünyadaki tüm monarşiler hızlı bir şekilde yıpranmaya başlıyor.
Sanırım dünya üzerindeki tüm ideolojiler, yayılırken düşüncesel olarak yayılmaktan daha çok etki ve tepki prensibiyle, sembollerle yayılıyorlar. Bu yüzden bu ideolojilerin yayıldığı yerlerde fikirsel alt yapılar zayıf olsa da etki-tepkiler yüksek oluyor. Örneğin, milliyetçiliğin Avrupa’da hızlı bir şekilde yayılmasının en büyük sebebi, 1803-1815 yılları arasındaki Napolyon savaşlarıdır. Artık milliyetçi olmuş Fransızlar, fethettikleri topraklarda veya savaştıkları milletlerde milliyetçilik anlayışını geliştirmiştir. Çünkü pratikte, milliyetçi bir Fransız topluluğunun içerisinde bir Alman olarak var olmaya çalışırsanız, sizde Alman milliyetçisi olursunuz. Her dışlanma, insanda bir aidiyet ihtiyacı ve kimlik arayışı doğurur. Bence milliyetçiliğin dünyaya bu kadar kısa sürede yayılmasının ve kirlenmesinin sebebi, bu etki-tepkiydi.
O tarihlerde dünya milletleri betimlediğim minvalde hızla kendilerini diğer milletlerden yalıtmaya ve soyutlamaya başladılar. Bu durum, hakimiyetinde fazlaca millet yaşayan Osmanlı için son derece tehlikeliydi. Milliyetçiliğin yayılmasını önlemek için fazlaca çaba sarfedildi. Fakat, her girişim Otoritelerin daha da zorbalaşmasına, kamu kurumlarının daha da yozlaşmasına ve bu sayede, milliyetçiliğin daha da pekişmesine neden oldu. En sonunda İttihat ve Terakki partisiyle birlikte Osmanlı otoritesi de milliyetçiliğe teslim olmuştur.
Evet, zaten milliyetçiydik. Fakat, Avrupadan yayılan milliyetçilik, halihazırda olan milliyetçiliğimize daha farklı ve bence daha kirli bir boyut kazandırdı. Çok uluslu bir imparatorluğu Avrupa’dan yayılan bu tarz bir milliyetçilikle yönetmeye kalkarsanız, sonuç tabi ki hüsranla sonuçlanacaktır. Nitekim, öyle de oluyor. Aynı milliyetçiliğin bağımsızlık mücadelelerinde çok önemli bir rol üstlendiği de yadsınamaz bir gerçektir. Fakat, buradaki en önemli husus, bence bizdeki milliyetçiliğin tabanını hak, eşitlik ve adalet arayışının oluşturmamasıdır. Biz hep, bizim dışımızdakilerle kendi kimliğimiz için savaştık. Milliyetçiliğimizi besleyen en önemli etki bu oldu. Daha önce hak ve adalet arayışı için toplumsal bir bilinçle kendi içimizde hesaplaştığımız hiç bir tarihi kaynak okumadım. Belki de benim cehaletimdir ama, toplumsal anlamda böyle bir bilince daha önce sahip olduğumuzu hiç düşünmüyorum. Yani bu durumda, bizim milliyetçiliğimiz, olabilecek en ilkel ve en kötü milliyetçilik oluyor. Köklerinde doğru dürüst bir deolojik bir alt yapısı dahi yok. Basit bir töreden hallice.
Kaldı ki milliyetçilik, çözdüğü sorundan çok dünyaya daha fazla problem getirmiştir. 1. ve 2. Dünya Savaşlarının hem en önemli sebebi, hem de en temel sonucu milliyetçiliktir. Neyse ki küresel savaşların dudak uçuklatan yıkımları milliyetçiliği tüm dünyada dindirmeye başlamıştı. Fakat son yıllarda göçmen kriziyle beraber tüm dünyada milliyetçiliğin tekrar eskisi gibi alevlendiğini söyleyebiliriz. Bu ise tahminimce hiç de iyiye işaret değil.
Milliyetçilik hakkında okuduğum kitaplardan en beğendiğim, Benedict Anderson’ın “Hayali Cemaatler ” kitabı oldu. Daha öncelerde de yabancı kaynaklardan Ernest Renan’ın “Millet Nedir” kitabını ve yerli kaynaklardan da Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler”, Nihal Atsız’ın “Bozkurtlar Diriliyor” ve Ziya Gökalp’in “Kızıl Elma” gibi bizim milliyetçi yazarlarımıza ait bazı kitaplarını okuma şansım olmuştu.