Dinin toplumları yönetmek için oluşturulmuş ve otoriteler tarafından kullanılagelmiş olduğu hakkında son zamanlarda çok yaygın bir kanı var. Halbuki bu tespiti, oldukça yüzeysel buluyorum efendim. Bence, bu tartışmayı yapmadan önce , yönetmek ve düzeni sağlamak arasındaki ayrımı konuşmak gerekir. Bir toplumu yönetmek, o toplumdaki insanların doğru ve yanlışlarına yön vermekle mümkündür. Bir toplumda düzeni sağlamak ise, toplumun sözleşmiş olduğu doğru ve yanlışları bir otoritenin yürütmesi demektir. İnsanların doğru ve yanlışlarını zor kullanarak degiştiremezsiniz. Zor kullanmak, sadece tepki yaratır. Doğru ve yanlışları yönlendirenler genellikle toplumlarda intiba uyandıran kanaat önderleri, fikir insanları, peygamberlerdir. Ve bu insanlar fikirleri yönetici vasıflarıyla insanlara zorla kabul ettirmezler.
Öncelikle tarihte dini olmayan bir toplum göremeyiz ve din otoritelerden eski bir disiplindir. İnsan toplumlarını bir arada tutan ana etmen, o toplumdaki bahsettiğimiz bu doğru ve yanlış kavramlar, yani adalet anlayışıdır ki bu anlayışı toplumda çoğunlukla o toplumun dini oluşturur. Bu konuda şu tarihsel süreçleri irdeleyerek hem fikir olabiliriz
- Hammurabi Konunları
- İlahi Emir Teorisi – Antik Yunan Felsefesi
- Budist Hukuk İlkeleri
- Musa’nın 10 Emri, Hristiyan Hukuku, İslam Hukuku
Buradan hareketle, “Eğer din, tarihsel süreçte medeniyet gelişiminde, toplumlardaki adalet anlayışı ve sisteminde önemli bir parametreyi oluşturuyorsa, o toplumdaki bireylerin dini bilinçleri ve derinlikleri yükseldikçe otoritenin uyguladığı adalet sistemi o kadar kuvvetli olur.” Fakat “Toplumda bu adalet anlayışının oluşması için illa din olmasına gerek yoktur.” fikrine de gayet tabi katılabilirim. Sadece toplumun din gibi çok kapsayıcı ve kararlı bir disiplin ile birleşmesi ve söz birliği yapması gerekir ki bana göre sayılabilecek bu disiplinlerden en büyüğü dindir. Şunu da unutmamak gerekir; seküler hukuk direkt bir dini baglantı içermese de din temelli tarihsel, kültürel ve ahlaki bağlantılar içerir
Şimdi, düzeni sağlamak ve bir toplumu yönetmek tabirlerini birbirleriyle kıyaslayarak konuşalım. Bir toplumdaki adalet anlayışı ne kadar gelişmişse, o toplumdaki doğru ve yanlış kavramları o kadar nettir. Çünkü adalet anlayışı, özünde bu doğru ve yanlış kavramların tüm toplum bireyleri tarafından kabul edilmesi, uygulanması ile oluşur. Bu toplumlar, kavram karmaşası yaşamaz, otoritelere karşı daha kararlı dururlar. Bu yüzden, kolay kolay yozlaşmaz, manipüle edilemezler. Çünkü oluşan gündelik medeni problemlerde uygulanacak tarife bellidir. Böyle bir toplumu yönetmeniz son derece zordur. Bu yüzden bana göre yozlaşmamış, manipüle edilemeyen ideal bir toplum, yönetilemez, ancak koordine edilebilir, düzeni sağlanabilir
Şimdi bir de adaletin olmadığı, yozlaşmış ve kendi içinde bir çok kavram karmaşası yaşayan toplumları düşünelim. Bence bu toplumlardan biri de biziz. Böyle bir toplumun sözleştiği doğru ve yanlışları daha az kesin olduğu için duygusal zaaflar daha ön plandadır. Bu yüzden çok kolay bir şekilde yönlendirilebilir ve manipüle edilebilir. Din olmak üzere tüm değerler metalaştırılabilir, kullanılabilir. Çünkü insanlar, toplumsal doğru ve yanlışları kestiremezler. Eğer toplumsal bu doğru ve yanlışları kestirmek zorlaşırsa adaleti sağlamak da o kadar zorlaşır. Adaletin sağlanamadığı toplumlarda ise otoriteler, insanların doğru ve yanlışlarını yönlendirip onları yönetmek için din dahil olmak üzere her türlü toplumsal değeri kullanabilirler. Bunun biliyorum, çünkü böyle bir toplumda yaşıyorum. Kullanılan bu değerler ise gün be gün daha da değersizleşir.
Örneğin dini ele alalım. Din, aslında çok eski zamanlara dayanan toplum için oldukça kararlı bir değerdir. Bizim toplumumuzda insanların dini bilinçleri hem giderek azalıyor, hem de zaman geçtikçe insanlar dinden soğuyorlar. Bunun en önemli sebebi, insanların dinlerini yeterince bilmemesi ve dinin temel emirleri konusunda toplum sözleşmesi yapamamalarıdır. Bu yüzden din, bizim toplumumuzda manipülasyona açıktır. Duygusal zaaflarla dinin ana prensipleri görmezden gelinebilinir veya değiştirilebilinir. Bu da toplumu yönetmek isteyen otoriteler için çok büyük bir imkan sunuyor. Otoriteler bu dini değerleri kullandıkça insanlarda daha fazla değer karmaşası ve yozlaşma yaratıyorlar. Çünkü manipülasyon, insanların kafalarını bulandırmaktan başka bir şey değildir. Böylelikle dinin ticareti yapılıyor ve din tüccarları peydah oluyor. Kafası karışan insanların daha az zeki olan kısmı, karizmatik gördüğü bir din tüccarına bağlanma ve ona uyma gereksinimi duyuyor. Biraz daha zekileri ise kafa karışıklığı oluşturan her şeyden uzaklaşmak istiyorlar ve böylelikle dinden tümüyle soğuyorlar.
Avrupa’da bu silsile sekülerleşmeye sebep oldu. Çünkü dini değerler artık kullanılamayacak kadar kullanılmıştı. Fakat, biz bu evrim sürecini tam anlamıyla yaşayamadık. Çünkü henüz bu geçişi sağlayacak halkın tabanında bir aydınlanma ve huzursuzluk yaşamadık. Aslında bu düzen, büyükler tarafından bizim için önceden biçilip üzerimize zorla giydirilmeye çalışıldı. Fakat, eskiler güzel söylemişler; “Alışılmadık götte don durmaz.”. Sanırım bu huzursuzluk yeni yeni baş gösteriyor gibi görüyorum. Fakat huzursuzluğun sonucunu bu coğrafyada kestirmek biraz zor. Çünkü çok farklı etkin parametre ve çeşitlilik var. Ama iki tane seçenek var. Ya bu huzursuzluk bize aydınlanmayı getirip düze çıkaracak, ya da tepe taklak yuvarlanıp gideceğiz.
Yusuf hocam, kalemine sağlık.
Teşekkür ederim efenim. 🙂