İşe gidiyorum, çalışıyorum, eve gidiyorum. Sanırım benim bir hayatım yok

Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” adlı bir kitabı vardı. Bu konuda düşüncelerimi kökünden sarsan kitaplardan biridir. Aç çocukları için ekmek çaldığı gerekçesiyle tutuklanan mahkuma mahkeme tarafından hakkında idam veya kürek cezası seçenekleri sunulur. Mahkum ise böylesine sefil, böylesine aşağılık bir hayatı yaşamaya devam etmektense, idamı seçer. Mahkum idam edileceği iki gün boyunca kendisiyle ve ölümle yüzleşmeye başlar. Eşini düşünür, çocuğunu düşünür. Yapmak istediklerini, yapamadıklarını düşünür. Dahası ziyaret saatinde ailesinin mahkumun bu dünyada artık olmayacağını nasıl kabullenildiğini ve onu artık yokmuş gibi algıladığını hisseder. Öldükten sonra ailesinin halini düşünür, sevdiği ve sevmediği şeyleri düşünür. Ve idamı seçtiği için pişman olur. Son ana kadar hakimin kararını değiştirmiş olmasını ümit edip diler. Fakat hakim, kararını değiştirmez. Yağmurlu ve kasvetli bir sabah, öfkeli bir topluluğun nefret dolu haykırışları eşliğinde giyotinle idam edilir.

Peki, bu mahkuma böylesine sefil bir hayatı tekrar yaşamak isteten şey nedir? “Sevgi” güzel kardeşim. Çocuğuna, eşine, ailesine duyduğu ve onu bir şeyler yapmak, çabalamak isteten yegane şeyin başında sevgi geliyor. Çabalamak için inanabilmek , inanabilmek için ise sevebilmek gerekiyor. Bu hayat gerçekten boş. Fakat mayasında sevgi var. Dostoyevski, boş yere “İnsanın asıl cehennemi sevgisiz kalmış kalbidir. ” dememiş.

Sevgisiz kaldığımızda geriye sadece düşünceler kalıyor bize. Bu düşünceler, tıpkı bir küçük fare gibi her gün biraz daha kemiriyor içimizi. Tıpkı yol kenarındaki su birikintileri gibi gün be gün azala azala bitiyoruz. Çabalamak anlamsızlaşıyor. Mücadele etmek boş geliyor. Halbuki bu hayatın kendisi mücadele etmek ve çabalamaktan başka nedir ki? Sanırım bu dünyada en anlamlı şey, o sevgiyi yakalayabilmek. İşte o sevginin kaynağı yaratandır. Çünkü o sevdiği için yarattı. Ve yarattıklarına o sihirli tozdan serpti. Onun sevgisinden mahrum kalınca varlığın hiçlik ile hiç bir farkı kalmıyor.

Kamusal yozlaşmayı, siyasi çöküşü ve yaşam standartlarının kötülüğünü es geçiyorum. Fakat aslında düşününce hayatın kendisinin çabaya değecek bir yanı yoktur. Uğraşımız olan işin yerine ne koyarsak koyalım bir süre sonra monotonlaşıyor ve anlamsızlaşıyor. Kısaca, elde edilen her şey anlamsızlaşıyor. Sanırım, bizim en büyük problemimiz, içimizdeki bu sonsuzluk. İnsan olarak en büyük kötülükleri de, en büyük iyilikleri de bu sonsuzluğu doyarabilmek adına yapıyoruz. Fakat, oraya ne atarsak atalım dipsiz bir kuyu gibi yutarak kaybediyor attığımız her şeyi.

Sizin için bu hayatın anlamı nedir? Yaşamaktan ne anlıyorsunuz? Tüketmek mi? Eğlenmek mi? Haz almak mı? Özgür olmak mı? Hangisi olursa olsun içimizdeki o sonsuzluğa yenik düşeceğini şimdiden biliyor gibiyim. Mutluluk ve mutsuzluk bu senaryoda sadece birbirini takip ederek bir sinüs dalgası çizen algoritmik bir akıştır ve son derece yüzeyseldir. Ne büsbütün mutlu, ne de büsbütün mutsuz olabiliriz.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »