TÖMER’in yaptığı bir araştırmaya göre, ülkelerin ilkokul ders kitaplarında ABD’de 71 bin 681 kelime, Almanya’da 70 bin 400 sözcük ve kavram, Japonya’da 44 bin 224, İtalya’da 31 bin 762, Fransa’da 30 bin 193, Suudi Arabistan’da 13 bin 579, Türkiye’de ise sadece 7 bin 260 kelime kullanılıyor. Bu araştırmanın kendisine ulaşamadım. Lakin “Türkçe Ders kitaplarının söz varlığı bakımından değerlendirilmesi ” konu başlığı altında yayınlanmış akademik makalelere göz attığımda bu sayıların üç aşağı beş yukarı doğru olduğunu anlayabiliyorum.
Dilin düşünme becerisi üzerindeki etkisini geçelim. Peki bu kadar fakir bir dil ile birbirimizi ne kadar anlayabiliyoruz? Bu soru, kariyer hayatımız dahil tüm bireysel ve toplumsal problemlerimizin kaynağındaki bir soru işareti olabilir. En çok çalışma hayatımda bu sorunun izlerini görebiliyorum. Bir mühendis olarak, konuşurken fazlaca İngilizce kelime kullanmak durumunda kalıyorum. Çünkü kullanılan çoğu teknik İngilizce kelimenin Türkçe manası, anlamı tam olarak karşılamıyor. Böyle olunca da Türkçe ve İngilizce karışık ucube bir dil ortaya çıkıyor. Bu durumun, anlaşmayı zorlaştırdığını söyleyebilirim. Bitmeyen toplantılar, karara varılamayan planlar, çözümsüz kalan veya istere tam uygun olmayan projeler… Tüm bunların büyük bölümü insanların birbirlerini yeterince anlayamamasından kaynaklanıyor.
Birbirimizi anlamak için kullandığımız en güçlü ve vazgeçilmez araç, dilimiz. Dil yeterince güçlü olmayınca birbirimizi anlama yüzdeliğimiz de o minvalde düşüyor. İnsanların birbirini tamamen anlayamayacağı tezine katılabilirim. Fakat yaşadığımız dünyada anlamak da diğer her şey gibi ideal bir noktaya yakınsar. Yani, insanların birbirini anlamasının bir yüzdeliği varsa bu yüzdeliğin ideal bir yakınsak noktası vardır. Toplumdaki insanların birbirini yeteri kadar anlayabilmeleri, toplumsal uzlaşı için çok önemlidir. Toplumsal uzlaşı ise, toplumun refahı, istikrarı, yargısal ve demokratik gelişimi için çok önemlidir. Aslında kısaca, uzlaşı olmadan hiç bir şey olmayacağını söyleyebiliriz ki bu konuda rönesans dönemi aydınlarından itibaren gelip geçmiş cümle düşünürün yazıp çizdiği çokca kaynak bulmak mümkün.
İnsanlar birbirlerini yeterince anlamadıklarında toplumdaki farklı gruplaların içinde bulundukları çatışmalar çözümlenemiyor. Çözümsüz bu çatışmalar ise bir çok siyasi krizler, adaletsizlikler ve mağduriyetler doğurarak sanki kısır bir döngüde sonsuz bir derinleşme gösteriyorlar. Tıpkı, iş hayatında yaşadığımız bitmeyen toplantılar ve bir türlü istere uygun olmayan işler gibi…
Tabi sadece kullanılan dilin kuvvetli olmasıyla bitmiyor. Kitleleri etkileyen, farklı gruplara da hitap edebilen, uzlaşmacı, kalemi kuvvetli fikir insanlarının, aydınların yetişmesi gerekiyor. Bu insanların yetişebilmesi de iyi bir dil eğitimine ve dil varlığına bağlı. Diyelim ki böyle insanlar bir şekilde kendilerini yetiştirdiler. Fakat toplumun en azından çoğunluğunun bu insanları okuyup anlayabilecek yeterli dil bilgisi ve eğitime de sahip olmaları gerekiyor.
Kısacası, neresinden tutsak elimizde kalan bir konu, bu dil konusu. Eğitim de dil konusuna yeterince önem verilmediği çok açık. Belki tüm bu problemleri çözmeye eğitimde dil ile başlanmalı.
Güzel yazı hocam elinize sağlık. Söylediklerinize harfiyen katılıyorum.
Teșekkür ederim efenim. 🙂