Sıradan Bir Hikaye

Küçüklükten beridir her hikayenin mutlu sonla biteceğine o kadar derinden inanmışım ki, yaşamak benim için hiç gerçek olamamış. Gördüklerim şeyler hayali suretlerden ibaret. Duyduklarım, gerçekliğe atfedilen birer küçük bahane sadece. Ama bazen, bir şimşek çakıveriyor gönlümde. Her şeyi bir anlığına tüm gerçekliği ile görüveriyorum. Önceleri gerçeğin acı verici olduğunu düşünürdüm. O yüzden gerçeklerden kaçmak, sık yaptığım çocukça bir adetimdi. Artık, mutlak gerçekliğin duygudan tamamen yoksun olduğunu anlıyorum. Gerçeklik dediğimiz şey öyle bir şey ki, ne üzülebilirsin, ne de sevinebilirsin karşısında. Bir çöldür, içerisinde kaybolduğun. Tamamını asla kavrayamazsın. Göremezsin. Bir matematik denklemidir, anladığını düşünürsün. Fakat o denklemde her zaman gözden kaçırdığın bir başka değişken bulunur.

Bu dünyada beni var eden, gerçekler değildi ki. Sadece kanaatlerdi. Ki, bunların çok büyük bölümü duygusaldı. Bizler, kaf dağının tepelerine talip olmuş zavallı insanlardık. Fakat, gördüğümüz hayaller o kadar şatafatlıydı ki, ne gerçekleri farketmeye meyledebildik, ne de o hayalleri görmekten vazgeçmek istedik. İşte bu yüzden hayat, en çok bizi kırdı. Sanırım bu hayatta beni en çok da yalnızlık kırdı. Ama artık sakinleştim. “Belki, sonsuza dek sustu yüreğim.” Sonuçta bu dünyada karanfil yürekli çocukların öldürülmesine bile alışabiliyorsak, başka alışamayacağımız ne olabilir ki.

Diyeceksiniz ki, bildiğimiz şeyler bunlar. Evet, öyle. Bu hikaye yüz yıllar boyunca yaşanmış ve bitmiş bilindik bir sonu olan, bilindik bir hikaye. Fakat, bilmek ile farketmek arasında ciddi bir fark vardır. Ne yazık ki kelimelerin farkındalık oluşturabilecek bir gücü yoktur. Okuyarak sadece bir şeyleri öğrenebiliriz. Ve onu anladığımızı sanırız. Fakat farketmek eylemi, sarsıcı bir yaşanmışlıkla olabiliyor ancak. Belki de, çözülememiş, akıl sır erdirilememiş aynı hikayelerin binlerce yıldır, sürekli, tekrar tekrar yaşanıyor olması bundandır.

Evet, bizler, sıradan hayalleri olan, sıradan insanlarız. Ne öldükten sonra bir zaman hatırlanacağız, ne de bu dünyaya kendimizden bir şey bırakabileceğiz. İdeallerimiz, yalnızca bizim için büyük. Fakat gerçekte o kadar küçükler ki sonunda bizi asıl kıran şey, onların ne kadar küçük olduğunu fark etmek oluyor. Halbuki sevdiğim insanla yuva kurmak, çocuk yetiştirmek ve para kazanıp aileme bakmak gibi sıradan mutlu bir yaşam idealinin ötesinde daha büyük ideallerim olabilirdi. O zaman belki hiç bu kadar kırılmazdım. Fakat şimdi, koskoca bir ömrün bu kadar küçük bir ideal için geçtiğini ve sonunda bu ideale bile ulaşamadığımın farkında yaşamak acıtıyor ruhumu. İşte asıl farkındalık, insanın kendi akıbetiyle başbaşa kalmasıdır. Farkındalık bir baş ağrısıdır. Bir sürekli bilmeye mahkum olma eylemidir. Artık geriye dönülmez.

Peki gerçeğin gözünün içine bakarken böyle nasıl yaşanır?Yaşanmaz sevgili dostum. Böyle, yaşanmaz…Yaşamak için inanmak, inanmak için de sevebilmek gerekiyor. En iyisi mi ömrümün geri kalanı hamd ile geçmeli. Belki küçük, belki değersiz, ama kırılmış bir kalple, ama sonsuz bir samimiyetle, tereddütsüz bir teslimiyetle. Artık ancak böyle bir yaşamak ideali paklar beni. “Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık.”

Artık, bu süre zarfında ne istediğim, benim bile umrumda değil. Size korkutucu gelebilir. Fakat, bana göre asıl korttutucu olan, benim gibi sıradan insanların içinde yüzdüğü bu yokluk alemi. Evet, yokluk. O yokluğu sadece onların hayalleri var ediyor. Mevlana diyor ki “Varlığın aynası, yokluktur. Var olmak isteyen önce yok olmalı.”

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »