Siyasetin Gölgesinde İnsan

Geçen Ramazan Bayramı’nın sabahında, kapımda beliren minik elleriyle çocukların cıvıl cıvıl seslerini uzun yıllar sonra ilk kez duymuştum. Eskiden babaannemin her bayram öncesi bir şeker telaşı başlardı. Bu telaşa tanık olup hiç anlam veremezdim. Şimdi ise, şeker isteyen o masum yüzlere bakarken, içimi kaplayan o derin mahcubiyet ile babaannemi anlamaya başladığımı düşünüyorum. Bu mahcubiyeti ömrümün sonuna kadar hatırlayacağım.

Biz, bir zamanlar sokakları neşe çığlıklarıyla inletirdik; şimdiyse bu geleneğin, beton yığınları arasında unutulmuş bir anıdan farkı yok. Uzun süre düşündüm… Nasıl oldu da bu kadar yabancılaştık kendi kültürümüze? Eskiden yürekleri ısıtan bu küçük sevinçler, şimdi neden bu kadar yapmacık ve sahte geliyor bize?

Bu konu hakkında bir çok sosyolojik parametre sayılabilir belki ama; sanırım en duru ve yalın cevap, temsil meselesi ile ilgili. Gerçeklik algımızı, temsiller oluşturuyor. Tıpkı bir yazılım gibi. Bu sebeple, insanın fiillerinden ziyade, o fiillerin temsili daha müessir oluyor gözümüzde. Yılların gölgesinde kötülüğün timsaline dönüşmüş birinin hareketleri ne kadar güzel de olsa, artık ehemmiyetini yitiriyor bu sebeple. Çünkü biz, hakikatin kendisinden çok, onun suretine bakıyoruz; eylemler değil, onların temsil ettiği kişi veya düşünceler daha çok ön plana çıkıyor.

Bu durumun en büyük sorumlusu, gündelik hayatın içine sinsice sızan siyasetin, en samimi duygularımızı bile kuşatmasında yatıyor. Çünkü bir toplumda en kirli eller, en güzel gelenekleri temsil eder hale gelirse, o gelenekler birer birer solmaya mahkûmdur. İnsan, yüreğinde samimiyet bulamadığı birinin elinden şeker almak istemez. Yozlaşan aslında gelenekler değil, onları yaşatan insanların niyetidir. Ve ne yazık ki, bu ikiyüzlülük, bizi kendi köklerimizden soğutan en acımasız zehirdir. Belki de Sekülerizm’in en birincil görevi bu kirlenmeyi engellemekti. Fakat bazı şeyler yaşanmadan tam anlamıyla anlaşılamıyor.

Sanırım en acı olanı, bu sızmanın farkına bile varmadan, yargılarımızın ve bakışlarımızın, görünmez bir el tarafından yönlendiriliyor oluşu. Zamanla, en saf duygularımız bile siyasetin gölgesinde şekilleniyor; öfkelerimiz, sevgilerimiz, hatta en kişisel tercihlerimiz bile birer temsilin parçası haline geliyor. Böylece, insanın kendi hakikatiyle kurduğu bağ, yavaş yavaş siyasi söylemin imgelerine yenik düşüyor. Siyaset, artık sadece bir yönetme sanatı değil, aynı zamanda gerçekliği yeniden yorumlama biçimimiz haline gelmiş durumda. Ve ne yazık ki, bu durum, insanı, eylemlerin özünden çok, onların hangi sembollere hizmet ettiğine odaklanmaya mecbur bırakıyor.

Peki neden siyaseti hayatımıza bu kadar taşıyoruz? Siyasetin olmadığı bir dünyada yaşamamız mümkün değil mi? Platon’un ideal devlet anlayışında siyaset, toplumda minimum düzeyde olmalıdır. Fakat, aynı kitapta insanların neden siyaset yapmak istediklerine de yorum getirir. İnsanlar, kendi çıkarlarını koruma eğilimindedirler ve bu sebeple bir ülkedeki sıradan insanların siyasetle uğraşmasının sebebi, ülkedeki adalet ve düzenin bozulmasından kaynaklı olarak insanların kendi çıkarlarını koruma zorunluluğu hissetmesidir. İdeal bir toplumda, vatandaşlar siyaset yapmak zorunda kalmaz; çünkü yöneticiler erdemli, bilgili ve adildir. Böylelikle ideal düzeni sağlarlar.

Aslında bu durumu tüm çıplaklığı ile bu gün görebiliyoruz. Gün geçmiyor ki bir adaletsizliğe şahit olmayalım. Görüp duyduğumuz her bilgi ve malumat algımızı biraz daha aşağı çekiyor. Gerçekten kim böyle bir yerde yaşamak ister? Kim böyle bir yerde yaşayıp, tüm adaletsizliklere tanık olurken geleneklerine ve köklerine bağlı kalabilir? Bu soru sadece adaletsizliğe uğrayanlar için değil, adaletsizliğin bizzat müsebbipleri için de geçerli aslında. Sanmıyorum ki bu dünyada adaletsizlik yaparak mutluluğa ve huzura erişmiş birileri olsun.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir