Soyut Düşünce

Yapay zekâ, devasa veri kümelerini işleyerek insan zekâsını alt etme iddiası taşıyor. Ancak onun bu görkemli hesaplama gücüne rağmen, insanın o kendine has yaratıcılığına erişememesinin ardında, bana kalırsa soyut düşüncenin esrarengiz varlığı yatıyor. 

Soyut düşünce, katı bir determinizmin sınırlarına hapsolmayan, sezgilerle ve duygularla harmanlanmış paralel bir akıştır. İnsan zihni, bu akışın içinde sadece veriyi işlemekle kalmıyor; ondan şahsına münhasır bazı eşsiz imgeler oluşturuyor, hatta bazen onu anlamsızlığın kıyısında gezindiriryor.

Örneğin kendi varlığımızı kendi kendimize sorgulayıp dururuz. Niçin? Öyle sanıyorum ki,  kendi varlığımızı bile bir muamma olarak ele alışımız, içimizde biriken o tarifsiz hislerin zorunlu kıldığı bir dürtüden doğuyor. İşte bu kuvvetli his, bize mevcut bilgilerimiz ile sezgilerimizi bağdaştırma zarureti doğuruyor. Bunun sonucunda zihnimizde oluşan imgeler arasında bir nedensellik köprüleri kurarken, aynı zamanda farkındalık denen o büyülü kavramı da beraberinde deneyimliyoruz. 

Salt bir bilgiye sahip olup kıyas yaparak bir sonuca ulaşmak ile bir bilgiye sahip olunduğunun farkında olmak iki farklı şeydir. Farkındalık, mevcut bilginin nedenselliğinin sorgulanmış olmasıdır. Yani, o salt bilginin hissettiğimiz derin bir anlama ihtiyacından ötürü soyut düşüncenin süzgecinden geçirilerek içselleştirilmesidir. Bu yüzden soyut düşünce, yalnızca nöronların ateşlenmesi değil, tamamen öznel ve kişiye münhasır bir iç yolculuktur. Yapay zekânın belki de hiç ulaşamayacağı yer, bu yolculuğun karanlık ve dipsiz koridorları olacak.  Çünkü insan, sadece kıyas yapıp, hesaplamaz; hisseder. Ve belki de gerçek yaratıcılık, tam da bu hissin puslu havasında doğar. Yapay zekâ, her şeyi hesaplayabilir, öğrenebilir, hatta kusursuz bir taklit sunabilir. Ama asla bilinçli bir belirsizliğe atılamaz.

Daha önceleri, bu olaylar bu kadar gün yüzünde değilken “Bilgiyi Hissetmek” başlıklı bir makale yazmıştım. O satırlarda, bugünkü gibi, duygunun bilgiye sinen o gizemli dokunuşundan bahsetmiştim. Ama şimdi anlıyorum ki, o düşünceler zamanla toprağa düşen bir tohummuş; şimdi kök salmış, dallanmış, göğe uzanıyor. 

Materyalist söylem, yüzyıllardır duyguları bir zaaf olarak kodladı zihinlerimize. Onları, mantığın soğuk ışığı altında eritilmesi gereken birer ilkel kalıntı gibi sundu. Oysa bugün görüyorum ki, tam da bu “zaaf” dedikleri şey, bizi insan yapan o eşsiz cevherin ta kendisi. Hüzünle yoğrulmuş bir gece vakti düşüncenin kıvrımlarında dolaşmak, öfkenin ateşiyle hakikati kovalamak, sevginin körpe ışığında yeni dünyalar kurmak… Bunlar, makinenin asla erişemeyeceği türden bir güç. 

Aslında, Zayıf olduğumuzu düşünebilecek kadar güçlü varlıklarız. Çünkü ancak insan, kendi kırılganlığını kucaklayacak cesareti taşır. Ve işte o anda, tüm evreni yeniden tanımlayan bir derinliğe ulaşır. Duygu, artık bir engel değil; bilgeliğin en kadim dilidir.  Sonuçta, rakamlara dökülemeyen her şeyi yok sayan bir çağda, asıl devrim, hissederek bilmekte yatıyor olabilir.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir