Yalnız Düşünür

Hani insanın başına bir şey geldiğinde, ilk aklına düşen sevdikleridir ya… Geçenlerde deprem olduğunda, kimsecikler gelmedi zihnimin kıyısına. Sonra fark ettim bu sessizliği, durup düşündüm: Sevdiğim hiç kimse yok muydu benim? Yoksa artık kimseyi sevecek yer kalmamış mıydı içimde?

Ertesi gece bir rüya gördüm. Geçmişten tanıdığım bir kadını, zoraki seviyordum düşümde. Ama ne kadar uğraşsam da, bir türlü beceremiyordum. İçimde kocaman, düz bir ova… Rüzgarsız, sessiz, çorak. O ovada tek duyabildiğim, yalnızlığımın utancıydı.

İnsan, yalnız kalınca mahcup olur mu kendinden? Ben oluyordum işte.

Galiba bu dünyada yaşamaya değer tek şeyin sevgi olduğunu düşündüğüm o an, yalnızlığımın ağırlığı sırtımda bir kambur gibi utanca dönüşmüştü. O kamburu fark ettiğimde, ansızın, gözlerimden sıcak bir yağmur boşandı. Ne de çok birikmiş… İyi oldu, dedim içimden, harcadığım iyi oldu. Belki de her damla, sevgiyi uman bir yanımdı. Şimdi sessizce toprağa karışıyor, içimdeki o kurak düzlüğe inat, bir tohum gibi filizlenmeyi umut ediyor…

Sevgi, bir bahar yağmuru gibi hesapsız yağmalıydı insanın içine. Şimdiyse her damlayı sayıyor, her şimşeği tartıyorum. O eski günler geliyor gözlerimin önüne – delicesine, sorgusuz sualsiz, cahilane verdiğim o sevgiler… Acaba gerçek miydi onlar, yoksa sadece yalnızlığımın soğukluğunu örten bir örtü müydü? Çölün ortasında susuzluğa aldanan bedenim gibi, ben de güzelliğin buğusu peşinden mi koştum sadece? Bu bir çeşit çıkar mı, yoksa sevgi mi?

Belki dışarıdan bakınca tamamen yüzeysel bir çıkar meselesi gibiydi. Ama içimde hissettiklerimi halen tarif edecek kelimeler bulamıyorum. Sanki ben uyurken birileri umudu ve dayanma gücünü serpiyordu üzerime. Böylelikle , her şeyin anlamı olmuştu – sabahları gözlerimi açışım, geceleri yastığa baş koyuşum… Bir insanın varlığı nasıl değiştirirdi dünyanın rengini? Nasıl olur da sokakları daha az yabancı, günlerı daha az yorucu yapardı? Bir serap, hem bu kadar mucizevi hem de bu kadar sahte olabilir miydi?

Sorular ve sorular… Sanırım artık bir şeylerin çok zor olması da bundan. Aklımın duvarlarına mıh gibi çakılı bu şüpheyle nasıl sevebilirim ki? Her dokunuşta, her bakışta geçmişten alacaklı gibi hesap sorarak sevebilir mi insan? Belki, sevginin en güzeli akıldan değil, yürekten geçerdi. Ama benim yüreğim, çoktan aklın labirentlerinde kayboldu.

Herkese sorup, her ayrıntısını düşünerek eskisi gibi cahilce sevilmiyor. Kime sorarsam sorayım, herkesin dilinde başka bir tanım. Kimi “vermek” der, kimi “anlamak”… Ben ise artık sadece acıyorum. Kendime, ona, buna, şu yitik günlere, hatta şu an bu cümleleri okuyan sana…

Belki de sevginin en saf hali bu acımadır. Bir çocuğun düşüp dizini kanattığında duyduğun o iç sızısı gibi – ne bir karşılık bekleyen, ne de bir çıkar gözeten. Sadece var olan acıya ortak olmak, yaralı bir ruhun kanayan yerine üflemek…

Dünyaya bir acıma duvarı ardından bakıyorum. O duvarın ardında ne benim kırgınlıklarım var, ne de senin günahların. Sadece insan olmanın ağırlığı var. Hepimizin paylaştığı o görünmez yük… Belki de gerçek sevgi, birinin acısını kendi acın gibi hissetmektir.

Fakat, tüm bunlar, içimdeki o ıssızlığa bir cevap olamıyorlar. Her baktığımda sevgi, farklı bir şekle bürünüyor ve ben onu yakalayamıyorum. Kitapların satır aralarında, şarkıların nakaratlarında, gecenin en kuytu saatlerinde… Hep bir cevap, bir teselli arıyorum. Ama bu ıssızlık öyle bir dil konuşuyor ki, kimse o dili çözememiş daha önce.

Sanırım sevmeyi düşünen bir yalnız düşünür olarak geçeceğim tarihe. Daha doğrusu, tarihe değil, toprağa geçeceğim. Fakat her nedense, toprağa geçmeden önce yazmalıyım tüm bunları.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir