Kirli olan, siyasetin kendisi değil, toplumun ona bakışıdır. Mesela, “Benim çok da bilgim yok ama şu belediye başkanı büyük ihtimalle rüşvet yiyordur, bir şeyler kapıyordur,” diye düşünüyorsan, asıl mesele bu algıya nasıl vardığını sorgulayabilmektir. Çünkü, insanın zihninde beliren zan, hakikati bulandıran en büyük sis perdesidir.
Bu kirli algısının senin zihninde nasıl meydana geldiğini söyleyeyim: Geçmişte gün yüzüne sızmış belgeler, basına düşmüş skandallar, ifşa olmuş kayıtlar… Üstü kapatılınca öylece ortadan kaybolmazlar, bilakis hepsi birer kara leke gibi zihinlere siner. Sen farkında bile olmadan, bu karanlık şahitlikler, ruhunu zehirli bir sarmaşık gibi sarar. Hakikat, sen görmezden gelsen de bazen öyle ağır yaralar açar ki, toplumun hafızası belki yüz yıllarca kanamaya devam eder. Geçmişte her dilden düşmüş bir yolsuzluk hikâyesi, bir çeşit kolektif travmadır. Güven, bir kez kırıldı mı, “Belki bu sefer temizdir,” deme ihtimalin, daha en baştan yorgun düşer. Tarih, kimi zaman bir kâbustur ve uyansan bile izleri silinmez.
Yani demem o ki, siyaseti kirli yapan, siyasetle uğraşıp topluma kirli algısı yayan kirli insanlardır. Siyasetin sularını kirleterek yükselirler. Aslında toplum, kendi elleriyle taşır bu insanları. Peki nasıl olur da bir toplum, ahlakı sorgulananı baştacı eder?
O ise şöyle acıklı bir hikaye; İnsanlar, “temiz” olanın güçsüz olduğuna inandırıldığında, “güçlü” görünenin peşinden giderler; kirli olsa bile. Çünkü insanlar genellikle , midesini doyuracak, kendi çıkarını koruyacak olana öncelik verir. Bu yüzden içi sevgiyle doldurulmuş temiz görüneni değil, karnını doyuracağını düşündüğü, güçlü görüneni tercih eder. Siyasetin karanlık dehlizlerinde yükselenler de, tam da toplumdaki bu sefil anlayışı bilerek hareket ederler. Sefalet ve cehalet bu kirli insanların en büyük yoldaşlarıdır. Güç kullanmanın toplum nezninde ne kadar önemli olduğunu da çok iyi bilirler.
Algı, gerçeğin önüne geçtiğinde, hakikat değil, en gürültülü yalan kazanır. Medya, sosyal çalkantılar, kutuplaştırılmış söylemler… Hepsi, birer büyü gibi işler ve insanlar, gerçeği değil, duymak istediklerini duyar. Böylece “asıl kirli” olan, “güçlü” diye alkışlanır; “asıl temiz” olansa, “kirli” diye kenara itilir.
Kendine bir sor. Tek bir sesin, tek bir gücün, tek bir düşüncenin olduğu bir yerde gerçekten adaletin olabileceğine inanıyor musun? Böyle bir olguya bir insan gerçekten inanamaz. Fakat sadece kabul etmiş olabilir. İnanmak için, sorgulamak ve düşünmek gerekir. Sorgulamış bir insan ise adalet’in sadece bir çatışma ve çeşitlilikte geçerli olabileceğini düşünmüştür.
Eğer adaletin olmadığı anlayışına erişebildiysen, yukarıda betimlediğim bütün olguları görmüş ve görüyor olman gerekiyor. Çünkü bunların en temelinde adaletsizlik yatıyor.
Adaletsiz bir düzende kirli görünen sadece siyaset değildir. Görüp dokunabildiğin her şey zaten kirlenmiştir. Böyle bir düzen, insan onur ve haysiyetine en büyük hakarettir. En büyük toplumsal travmadır.
Adaletsizlik, bir sistemin çürüyen dişleridir. Önce sessizce ağrır, sonra iltihap bütün bedeni sarar. Mahkemelerde satılan kararlar, liyakatin yerini yandaşlığın alması, gençlerin hayallerinin çalınması, emeğin değil torpilin geçer akçe olması… Bunlar, bir toplumun ruhunda açılan yaralardır. Ve en acısı da insanların, bu yaraları kanıksamasıdır.
Tüm bu domino taşlarının en birincisini deviren, aslında tek bir siyasi kişilik. Ve onu hepimiz biliyoruz. Sadece ismini söyleyince başımıza bir uğursuzluk geliyor.