Unutuşun Merhameti ve Yaşamanın Trajedisi

Aslında bu hayatta en çok korktuğum şey, çok yaşamak. Belki bu düşünce size ürpertici geliyordur. Belki hakikat, sizin için çölde yalpalayan bir seraptan ibarettir. Belki de gerçekten yaşamayı sevebilmek için evvela anlamak hastalığından kurtulabilmek gerekiyordur.

Yaşamak, niçin bu denli ağırdır? Bana kalırsa ilk sebebi, insanın ebedi bir muhtaçlıkla yazgılı oluşudur. Nefese muhtaçtır, suya muhtaç, ekmeğe muhtaç… Fakat bu acziyete karşılık, hayat her zorluğun sırtında bir teselli saklar. Belki bir sabah vakti, serin rüzgârın teninde bıraktığı o ilk dokunuş; belki de susuz toprağa düşen yağmurun çıkardığı o kadim kokudur insanı avutan. Bazen bir tebessüm , bazen bir bakış, bazen de hiçlikle kuşatılmış anlarda ansızın beliren bir çiçektir teselli. İnsan, tüm bu muhtaçlığına rağmen, işte bu küçük mucizelerle yeniden doğar , unutur kendi gerçeğini. Çünkü hayat, en karanlık uçurumların kenarına bile gizlice bir gül demeti bırakır.

Her şeyden evvel bu tesellilere muhtaçtır insan yaşayabilmek için. En çok da insan, insana muhtaçtır. Ne tuhaf… Didişip durur, belki kinle çarpar yüreği, lakin en nihayetinde aynı ırmağın susuz yolcusudur muhtaç olduğu kişi.Bir elin sıcaklığına, bir bakışın derinliğine, hatta bir düşmanın varlığına bile muhtaçtır insan. Belki de bu muhtaçlık, Allah’ın insana en büyük cezasıdır ve de en büyük merhametidir aynı anda.

İşte bu yüzden kimisi, yalnızca ihtiyaçlara inanır. Kendi varlığının sadece maddi veya manevi açlığını doyurmaktan, muhtaç olduğu ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olduğunu düşünür. Belki de ruhunu, alıp verdiği nefesin dar sınırlarına hapseder. Çünkü tek hakikat dediği şey, avuçlarının içinde tutabildiği kadar olandır. Oysa insan, ekmeğe olduğu kadar sevdaya da muhtaçtır. Mala, mülke duyduğu ihtiyaç kadar, bir bakışın ışığına da hasrettir.

Yani bütün ömrümüz, bitimsiz ihtiyaçların peşinde soluk soluğa bir kaçıştan ibarettir. Peki, çıkar karanlığının o dipsiz kuyusunda, gökkuşağının bütün renklerini kaybettiğimiz bu dünyada, gerçekten var olduğumuzu iddia edebilir miyiz? Yoksa bu sahneye çıkmış kuklalar mıyız bizler – ihtiyaçlarımızın ipleriyle oynatılan, acziyetimizin gölgesinde silikleşen? Düşüncelerimizi şekillendiren, adımlarımızı yönlendiren hep bu açlıklarımız, bu koparılamaz zincirlerimiz midir? Peki o zaman, asıl biz dediğimiz varlık nerede saklı? İrademiz sandığımız şey, yalnızca ihtiyaçlarımızın kurnazca düzenlediği bir oyundan mı ibaret?

Sizi bilmem ama, benim için bu tablo sadece bir trajediden ibaret. Tüm bu açlıklarımızı, emekle dengelemek; ruhun susuzluğuyla bedenin ihtiyaçlarını aynı kefeye koymak benim için mümkün değil.

Sanki, içimde sürekli altında ezildiğim sonsuzluğa uzanan bir yücelik taşıyorum. Fakat bu dünyanın kaba saba sokaklarında, o yüce varlık bir hayaletten farksızdır. Görünmez, duyulmaz, bilinmez… Sanki yüreğimin en gizemli dehlizlerinde saklanmış bir siluet , kimsenin göremediği, kimsenin değer vermediği. Oysa ben onunla nefes alır, onunla yaşarım. Hayatım boyunca beni en çok yoran, bu yaman çelişkiydi. İçimde taşıdığım o kutsal ateşin, dışarıdaki soğuk rüzgarlarda bir kıvılcım bile çakamayışı. İçimdeki o sonsuz boşluğun bu dünyadaki hiç bir şeyle doldurulamayışı.

Bu dünyada belki karnım doyar doymasına ama ruhumdaki bu açlık, tükenecek gibi değil. Maddi ihtiyaçlarımın tümünü karşılasam da, içimdeki o asil yoksunluğu susturamam. Belki bu yoksunluğu katlanılır kılmanın bir yolunu bulurum, bir amaç edinirim yeniden. Peki ya hiçliğin o buz gibi nefesi? Nereye ait olduğunu bilemediğimiz o amansız hasretin kemirici sancısı? Yaşlılığın o terk edilmiş saatlerinde, bir pencere kenarında, hatıraların soluk gölgeleriyle baş başa kaldığımızda ruhumuzun en kuytu köşesine sinmiş o ölümcül yalnızlıkla baş etmek hiç de kolay olmasa gerek. Böyle bir yaşamanın nesi cazip olabilir ki? Bu durumda halen de yaşamak ister mi insan? Sizi bilmem ama benim ödümü patlatıyor. Sanırım bu sebeple bu dünyada çok korktuğum şeylerin basında çok yaşamak geliyor.

Fakat insanoğlunun alışamayacağı hiçbir şey yoktur bu dünyada. Belki de ‘unuttum’ dediğimiz her acı, aslında kanıksadığımız bir yaradır da farkında bile değilizdir.Zamanın ağır dokunuşuyla, en dayanılmaz sancılar bile sıradan bir hâl alır. İşte bu dünyada bizi güçlü yapan tek şey bu özelliğimiz. En acısına bile alışabilmek… Ve bizler, bu korkunç yeteneğimiz sayesinde hayatta kalırken bir yandan da kaybederiz…

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir