Eski ıstıraplardan, o kemirgen yalnızlık sancılarından geriye bir iz kalmamıştı artık. Denizin kıyısındaki yüksek yamaca oturmuş, uçsuz bucaksız maviliği seyrederken, geçmişin bütün bunaltıcı hararetini , kulağına huzuru fısıldayan rüzgâra bırakmıştı. Rüzgâr, o kara düşünceleri kavrayıp alabildiğine savurmuştu derin suların koynuna.
Karşısında serilen manzaranın ihtişamı, her zamanki gibi onu küçültmüş, ama bu sefer acıtmamıştı bu his. Belki de böyle olmalıydı hakikaten. Neden kendi hiçliğimizi idrak ettiğimizde burkulurdu ki yüreğimiz? Gerçekleri fark ettiğimizde üzüntü duymak yerine bu idrakin verdiği o tuhaf yücelik duygusunda teselli bulamaz mıydık? Şu ana körcesine tutunup da, hayatın satır aralarına sinmiş o küçük anlamları görmeden savrulup gitmek miydi bizim için iyi olan? Yoksa, ıstırabın kıyılarında dolaşırken bulduğumuz o tılsımlı anlamlarla yüceltmek miydi ruhumuzu? Hayat dediğimiz şu esrarlı yolculuk, belki hakikatte acıyla yoğrulan, yandıkça aydınlanan bir sırdı. Ve belki asıl trajedi, bu idrake hiç erişemeden geçip gitmekti bu dünyadan.
Umarsızca akıp giden zaman, dertleri dert etmemeyi öğretmişti ona. Belki de bu isimsiz huzur, katlanılmış ıstırapların, nihayet idrakine varmış olmanın nihavent makamıydı. Bir kıyametin ardından çöken o derin, dingin sessizlikte yıkılıp dağılan her şeyin tozları arasından yükselen bir ferahlık, acının küllerinden doğan bir sükûnetti bu.
O kara günün ardından tam 5 yıl geçmişti. Babasını toprağa verdiği o son vedanın üzerinden bir beş yılın hüznü süzülmüştü şimdi. İlk zamanlar, geçen her günü, her saati titiz bir matemle saymıştı. Fakat zaman, en büyük yeminleri bile solduran bir rüzgâr gibi bu alışkanlığı da öğütüp savurmuştu.
Babasını, hayatlarının belki de en neşeli anında yitirmişti. Hep birlikte, içi sevinçle dolu bir geziye çıkmışlardı o gün. Ne gariptir ki hayat, en mutlu hallerin tam kalbine, ansızın saplanan bir hançer gibi saklamıştı bu acıyı o amansız anın içine. En ışıltılı anların bile koynunda bir keder gizleyebileceğini, soğuk kanlılıkla göstermişti. Kader, o güneşli günün tam ortasında, hayat dediğimiz bu şeyin aslında ne kadar kırılgan olduğunu, nasıl da kâğıttan bir kale gibi bir anda yıkılabileceğini acı bir sekilde çarpmıştı yüzüne.
Bir anlık dikkatsizliğin bedeliydi bu trafik kazası. Kaybettiği bütün mutlulukların bedelinin sadece bir saniyelik dikkatsizlik olması, aylarca tuhaf gelmişti ona. Defalarca yeniden yaşamıştı o anı zihninde. Sayısız gece, o bir saniyelik dalgınlığı binbir çeşit ihtimalle silbaştan yaşamış, her seferinde farklı bir güzel sonla bitirmişti. Lakin hiçbiri gerçeği değiştirememişti. Zamanın o acımasız çarkı, bir kez dönüp geçmişti artık.
Sonunda anlamıştı ki ödediği bedel, o bir anlık dalgınlık değil, babasının vaktinde kendisine karşılıksız sunduğu o engin sevgilerin borcuydu. Ne garipti ki, yıllarca hiç fark etmemişti sevginin de görünmez bir muhasebesi olduğunu. Her dokunuşun, her gülüşün, her ‘geçmiş olsun’un bir defteri vardı meğer. Ve hayat, en sonunda o görünmez defterin yapraklarını hışırtıyla çevirip hesabı kesiyordu. Kimi zaman bir sonbahar yaprağı inceliğinde bir hüzünle, çoğu zaman ise kor gibi yakıcı bir acıyla… İnsanlar hep göçüp gidenler için gözyaşı dökerdi. Oysa asıl yas tutulası olanlar, geride kalanlardı belki de. Çünkü sevmenin en ağır bedelini, sevdiklerini toprağa verenler ödüyordu.
Elleri titreyerek babasının tabutunu mezara indirdiği o son dakikalar, zihnine kazınmıştı. Her kürek toprak atışında, var ile yok arasındaki o ince çizginin nasıl da silikleşmeye başladığına tanık olmuştu o an. Her kürek toprakla beraber, gömdüğü babasından kalan son varlığın yerine artık hayatında yok olmasının ıstırabını taşıyacağına dair kendine söz veriyordu. Ve o an anladı ki yokluk, varlığın sadece başka bir biçimiydi. Görünmez ama hissedilir, dokunulmaz ama her an yeniden zihinde canlandırılabilir.
Oysa daha önce ne böylesine keskin bir yokluğu tatmıştı, ne de böylesine derin bir varlığı. Ne böyle bir yokluğun ağırlığını bilirdi, ne de varlığın bu denli derin anlamını. Babası yanındayken, onun varlığını hiç bu denli hissetmemişti belki de. Şimdiyse, yokluğunun tam ortasında, babasını her şeyiyle – sesiyle, kokusuyla, bakışlarıyla- daha yoğun duyumsuyordu. Babasının varlığının her zerresini bir nişan gibi üzerinde taşıyordu.
Belki de varoluş dediğimiz o gizemli deneyim, tam da bu ıstıraptan doğuyordu. Sevdiğimiz her şeyi kaybetme korkusuyla yoğrulan, yokluğun soğuk nefesini ensemizde hissettiğimiz o anlarda daha bir belirginleşen bir bilinçti varlık dedeğimiz şey. Varlığımız, ancak yokluğun bu keskin ıstırabıyla tam anlamıyla idrak edilebiliyordu.
Ve ardından zaman geçti. Herkes kendi hayatına kaldığı yerden yaşamaya devam etti. Sanki babası hiç var olmamış gibi, unutup yaşamasını bekliyordu hayat ondan. Oysa o, her sabah uyandığında yatağının kenarında babasının gölgesini arıyor, her çay demlediğinde onun sesini duymayı umuyordu. Zamanın bu acımasız ilerleyişi içinde, ruhunda açılmış o boşluk hiç iyileşmiyor; sadece kabuk bağlıyordu. Ve o kabuğun altında, taze bir yara gibi durmaya devam ediyordu babasının varlığı. Bazen sessiz anlarda ince bir sızıya dönüşerek, bazen hiç beklenmedik zamanlarda aniden süzülen bir gözyaşıyla kendisini açığa çıkarıyordu.
Bugün, zamanın ağır dokunuşu en keskin üzüntüleri törpülemiş, en yakıcı anıları solmuş birer çiçeğe dönüştürmüş olsa da, o boşlukta hâlâ babasının varlığını hissedebiliyordu. Fakat artık eskisi gibi kanatmıyordu bu his. Belki de acı, derinleştikçe sıradanlaşıyor; zamanın akışı, tıpkı bir nehrin, taşları körelterek pürüzsüzleştirmesi gibi içindeki en derin anlamları düzleştirip pürüzsüzleştiriyordu.
Şimdi babasını düşündüğünde, o ilk günlerin çığlık çığlığa acısı yerine, dingin bir hüzün ya da isimsiz bir huzur kaplıyordu içini. Zamanın bu acıyı nasıl dönüştürdüğüne şaşırıyordu bazen. Eskiden boğazını sıkan o korkunç yokluk hissi, şimdi içinde usulca genişleyen bir sükûnete dönüşmüştü.
Belki de bir insanın varlığını görebilmek için yokluğuna bakmak yeterliydi. Çünkü babasının varlığını onu özlediğinde acımadan görebiliyordu artık. Babasını düşünürken gülümseyebiliyor olması da bunun kanıtıydı.