Güneş, henüz ufkun pembeye çalan ilk ışıklarını saçarken aralandı gözleri. Şafak, uykusunun tül perdesini usulca aralıyordu. O büyülü ve sisli perde kalkarken, dünya yeniden şekilleniyordu zihninde. Kuşların şarkısı odanın içinde dolanıyor, pencereden sızan meltem alnına dokunuyordu. Uyanmış ve her şeyin bir rüya olduğunu anlamıştı. Yaşadığı her şey, sevinçler, korkular, sonsuz gibi görünen geceler, hepsi, zihninin karanlık sularında gezinen bir seraptan ibaretti. Yoktu artık o kötülükler hayatında, hiç olmamıştı. Fakat onları düşünmekten alamadı kendini. Uyanmış olsa da ruhu halen hayali gölgelerin peşinde, dipsiz bir kuyunun etrafında dönüp duruyordu.
Bu şaşkınlıkla, hüzün arasında gidip gelen bir duygu sardı bedenini. Yatağın kenarına oturdu. Ayaklarının altındaki soğuk zemine bastıkça, gerçekliğin katı soğunu hissetti. Dışarıda, bir serçe bir dala kondu, hafif bir rüzgâr, perdeleri usulca savurdu. Bu gerçek dünyanın seslerine dikkat kesildi. Ama içinde bir şey, hâlâ o rüyada kalmış, gerçekliğe dönmek istemiyordu sanki.
Parmak uçlarıyla göğsüne dokunduğunda; orada, tam kalbinin üstünde hissettiği ve göz yaşlarıyla mühürlenmiş görünmez bir iz kalmıştı geriye bu rüyadan. Gerçek buysa, hiç yaşanmamışsa bu hayal kırıklıkları, hiç çiğnenmemişse gururu, hiç saplanmamışsa yüreğine ayrılık hançeri, kaburgalarının altında derinleşen bu sızı da neyin nesiydi? Zamanı ve âlemleri aşmış bu acı, hâlâ nasıl bu denli gerçek ve tesirli olabilirdi? Sanki her saniyesi, geçmişin karanlık dehlizlerinden süzülüp gelmiş, şimdinin üzerine ağır bir kefen gibi oturmuştu. Yıllar geçse de solmayan bir yara gibi kabuk bağlamış, ama en beklenmedik anlarda kanamaya hazırdı.
Gerçek neydi? Bu hissettiği soğukluk muydu gerçek olan? Bedenini saran o kesif ürperti, teninde gezinen yumuşak meltem mi? Yoksa ruhunun bu haykırışı mı derinlerde hissettiği? Anlamını arayıp arayıp da bir türlü kesin bir sonuca ulaşılamadığı bu sızı mı?
Belki de gerçek dediğimiz, zihnin karanlık labirentlerinde kaybolmuş bir yankıydı sadece. Şimdinin duvarlarında çınlayan o geçmişin kısık sesleri… Ne tam bir hayaldi, ne de somut bir hakikat.
Fakat söküp atamadığı bu yankı, bir etiket gibi yapışmıştı benliğine. Tıpkı düşüp kanattığı bir yara gibi , silmeye çalıştıkça daha acıyor, daha belirgin hale geliyordu. Her dokunuş, her hatırlayış, onu biraz daha derinleştiriyordu.
Acaba unutmak mıydı çare, yoksa bu yarayla yaşamayı öğrenmek mi? Belki de gerçek dediğimiz şey, asla kurtulamayacağımız ama dönüp durmaktan da vazgeçemeyeceğimiz o labirentin kendisiydi…
Rüya ile uyanıklık arasındaki çizgi, sandığı kadar kalın değildi belki de. Bazen bir sabah vakti, bazen bir ayrılık sonrası gözleri açılıyordu insanın. Asıl mesele, uyandığında hissettiği bu ıstırabın ruhuna mıh gibi çaktığı bu düşüncelerdi. Acı, varlığının en katıksız kanıtıydı.
Her şey bir tiyatro, her şey bir seraptı belki ama kaçmak isteyip de bir türlü kaçamadığı, unutmak isteyip de bir türlü unutamadığı bu ıstıraplardı en gerçekçisi. Acıya rağmen ayakta duran iradesiydi gerçek. Tutkularını dizginleyen o sessiz, ama güçlü bilgeliğiydi.
Şimdi yatağından kalkacak, ayakları soğuk zemine değerken bir an tereddüt edecekti. Sonra mutfağa yürüyecek, güzel bir kahvaltı hazırlayıp hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edecekti.
Bu hayat tiyatrosunda rolünü oynamaya devam edecekti elbet. Gülümsemeler sahne ışıklarında parlayacak, cümleleri, ezberlenmiş replikler kadar kusursuz olacaktı. Seyirciler alkış tutarken, kimse perdenin arkasındaki yüzünü görmeyecekti.
Ama hiç susmayacaktı ruhunun o derinlerdeki feryadı. Gece yatağa uzandığında, sessizliğin ortasında çoğalacaktı o unutulmayan gerçekler. Kaçamayacaktı aklındaki sorulardan, kaçamayacaktı kendinden.
Çünkü biliyordu: En büyük yalan, kendine söylediğindi. Ve en ağır perde, kalbine çektiğindi.