İlkokul sıralarında, öğretmenimiz peygamberimizin hakaretlere uğradığı halde insanların ayağına gidip onlara güzel öğütler verdiğini anlatırdı. O zamanlar dinlerdim de, belki de kafamda bir çok şeyi eşleştiremezdim görüp duyduklarımla. Çünkü en ufak bir kusurumda karşılaştığım şey, çoğu zaman yalnızca çatık bir kaşın sert görüntüsüydü. Ağır, hükmedici, içinde bir tür azar barındıran bir bakış… Gördüğüm çoğu cami cemaati için, hata yapmak, neredeyse günah kadar keskin, ölüm kadar soğuk bir suçtu.
Neyse ki biz büyüklerimizden öğrendik; terbiye dediğinin, kırılan bir kalbi tamir etmekle başladığını. Belki tozlu sıralarda, belki afili bir cümlede gördüm müslüman olmanın ilk izlerini. Ama asıl, dedemin akşam sofralarında anlattığı hikâyelerle, en çileli anlarımızda sarf edilen büyülü sözlerle öğrendim ben müslümanlığı.
Mesela cuma namazına giderken koşmamamızı söylerdi dedem. “Acele etmekle vakit kazanılmaz” derdi. “Hem kalabalıkta insanları incitirsin, hem de gösterişe kaçmış olursun. Allah’a yürü, ama kalbini meşgul edecek, zihnini bulandıracak her türlü kirli hal ve hareketten uzak olarak…”
Kardeşimle ısırılmış bir çikolatanın payına, yarım gazozun artığına düşen kavgamızda, bize hakkın ne denli mukaddes olduğunu öğütlerdi. Adaletsizliğin insanın şerefine nasıl leke sürdüğünü… “Bak oğlum” derdi , “Kardeşinin hakkını yersen, onun hakkının sorulmayacağını sanma. Hiç kimse sormazsa, yaradan sorar sana. Haksızlığa uğramak, belki bir anlık acıdır; ama haksızlık etmek, ömür boyu vicdan azabıdır. Hakkın yenilse de, sen asla hak yeme. “
Ramazan günü , iftar saatinde yanaklarımı pencerenin camına yaslayıp caminin şerefelerinin yandığını görmek o çocuk halimle nasıl derin bir mutluluk ve huzur uyandırdıysa, dedemin anlattıkları da o denli huzur verirdi bana. Arkadaşlar arasında her küsüştüğümüzde kırılan bir kalbin ahının hiçbir ibadetin kefaretini kabul etmeyeceğini öğütlerdi bize büyüklerimiz. Yüreğinde birinin gözyaşı varsa, secdelerin çokluğu yetmez onu silmeye… Hemen gidip özür dilemeli, gönlünü almalı kalbini kırdığımız insanların denilirdi.
Diyeceksiniz ki, ‘Senin bu inanışın, şu gördüğümüz müslümanlığa hiç benzemiyor. Sen, incinsen de incitmemekten bahsediyorsun; oysa bugün din adına haykıranlar, ‘Ya biz öleceğiz ya da onlar!’ diye kükreyen bir öfkeyle konuşuyor. Sen, hakarete uğrasanız dahi sabrın gölgesinde durmaktan söz ediyorsun; ama sokaklarda, ufacık bir şakanın kıvılcımı, müslümanların insan kanını akıtmasına gerekçe olabiliyor. Sen hoşgörüden bahsediyorsun, müslümanlarda hoşgörünün zerresi dahi yok.
Demek ki aynı dine inanmıyoruz. Benim inancım, göklerden yeryüzüne inen o ilk rahmet damlasının izinde; incitmeyen, incinse de affeden, kırmayan, kırılsa da sarmalayan bir inanç. Oysa şu gördüklerimiz, bakınca başka bir peygamberin, başka bir kitabın gölgesinde yürüyoruz. Belki de insan aynı anda bir çok farklı şeye inanabiliyordur. Belki herkesin kalbinde ayrı bir din vardır – ismine aynı kelimeyi koysak da…
İnsanın inancı, ruhunun derinliklerinde filizlenen bir ağaç gibi; kiminin meyvesi şefkatle tatlanır, kiminin dalları öfkeyle kırılır. Bizler, aynı kitabın sayfalarını çeviriyoruz belki, ama aynı şeyleri görmüyor, aynı inanmıyoruz. Tek ortak noktamız, belki de sadece aynı kitabı çevirdiğimizdir.
Herkes kendi inancından sorumludur elbet. Kimi kinin perdesini çeker üzerine, kimi secdedeki bir damla gözyaşına sığınır. Bana kalırsa önemli olan, yaradanın karşısında hesabını verebilmektir yaptığının. Öfkeli olan, hesap vermeyi aklına hiç getirmediği için öfkelidir. Merhamet eden ise kendine hesap verdiği için merhametlidir. Ziyanı yok. Herkes verecek nasılsa hesabını. Bakalım, görelim kim nasıl verecek.
Esasında ben inancımı ne kitapların sararmış sayfalarında, ne de başkalarının hikayelerinde buldum. Önce kendi içime döndüm; gözyaşlarımın sıcaklığında , kırılmış kalbimin enkazında, ruhumun derin kuyularında buldum onu. Her bir damla acı, her bir anı, inancımı ilmek ilmek dokudu. Bu yüzden siz bana ne derseniz deyin, hakikati nasıl çarpıtmaya çalışırsanız çalışın, boş…
Çünkü benim inancım, artık tenimden sızan değişmeyecek bir duadır. Yalnızca dilimde değil, her nefesimde, her bakışımda yaşayan bir gerçektir. Siz onu kelimelerle sarsanız da, o köklerini kalbimin en kuytu köşesine salmış bir çınar gibi dimdik ayakta duracak. Anlayın ki, insanın ruhunda bulduğu hakikati, hiçbir dış gürültü susturamaz.