Performans Sanatçısı

Dostoyevski’nin Ölü Evinden Anılar’ında beni çok etkilemiş bir bölüm var. Kitap , Sibirya’nın dondurucu soğuğunda, taş hapishane duvarları arasında geçen anıları anlatır. Mahkûmlardan biri, sıradan bir hırsız değildir; işini bir sanatçı titizliğiyle, neredeyse tutkuyla yapar. Çalarken gösterdiği dikkat, işini kusursuzlaştırma çabası, hatta o anki psikolojik derinliği, tıpkı bir ressamın fırça darbelerini hesaplamasına ya da bir müzisyenin notalarla dans edişine benzer. Dostoyevski, bu adamın eylemlerindeki estetik kaygıyı fark eder ve onu sıradan suçlulardan ayırır. Çünkü bu hırsız, yalnızca çalmak değil, ihtiras peşindedir. Belki de hayatında kontrol edemediği her şeyi, bu eylemde mükemmelleştirerek telafi etmektedir.

Bu satırlardan çokça etkilenmiştim. Çünkü, İstanbul’un loş bir sokak arasında, yıllar önce tanıştığım bir arkadaşı hatırlatıyordu. İstanbul’a staj yapmak için yeni gelmiş ve kalacak yer arıyordum. Kadıköy’ün arka sokaklarında küçük bir apart daire buldum ve onunla ilk kez o apartmanın önünde karşılaştık. Kendisi, dışarıdan bakınca sıradan, hatta biraz silik görünen biriydi. Bu sebeple onun hırsız olabileceği kimsenin aklınna gelmezdi.

Günler geçtikçe, eşyalarım sessizce buharlaşıyordu. Cebimdeki bozukluklar, masanın üzerindeki küçük eşyalar, hatta bazen çantamın içindeki kitapların sayfaları arasına sıkıştırdığım notlar… Hepsi, fark edilmeyecek kadar yavaş, adeta bir sihirbazın el çabukluğuyla yok oluyordu. Dalgınlığım ve dağınık ruh hâlim, bu kayıpları hiç duyumsamıyordu bile. “Belki bir yere koydum da unuttum,” diye geçiriyordum içimden. Zaten kaybedecek neyim vardı ki? Cebimdeki beş liranın eksilmesi, ancak simit alacakken hatırıma düşüyor, kız kardeşime aldığım o renkli boncuklu bileklikse çok sonra memleketime gittiğim bir sabah ansızın yok olmuş bulunuyordu.

Fakat bir akşam benzer şeylerin aynı dairedeki diğer arkadaşlarında yaşadığını konuşmaya başlayınca taşlar yerine oturmaya ve hırsızın kim olduğu anlaşılmaya başlamıştı. Neredeyse emindik. Kızmam gerekiyordu. Kızamıyordum. Belki çalınan eşyalarımın çok değerli olmadığından belki de içimde bir yerde yaptığı bu şeye karşı kötü de olsa küçük bir hayranlık uyandığından… Nasıl ve neden yaptığını anlatmasını istiyordum sadece.

Onu daireden gönderdikleri son gün, “Seni affettim. Sadece bana nasıl yaptığını anlat.” dedim yüzüne karşı. Önce şaşırdı sonra biraz utanma biraz da mutluluktan bozma bir yüz ifadesiyle “Bu anlatılmaz ki ” diye cevap verdi. O gün onu gördüğüm son gündü. Ama davranışlarını, hal ve hareketlerini hiç unutmadım nedense.

Belki bu adam, tıbbın katı sınırları içinde ‘patolojik’ diye etiketlenmiş, ilaçlarla tedavi edilmesi gereken bir vakaydı. Şu beyaz önlüklü hekimlerden birine görünseydi, reçetesine bir dizi ilaç yazılacak, belki de ‘ahlakî zaaf’ diye kayda geçecekti hikâyesi. Lakin ben, o gün, Dostoyevski’nin satırlarında gezerken birden irkildim, zihnimde bir ışık yandı ve hâlâ sönmedi… Sanat nedir? diye sorar oldum kendime. Çaldığı ekmeğin hesabını veremeyen bir adam, nasıl olur da ruhumuzun derinliklerine böyle gizemli bir his bırakır?

Aslında sanat veya estetik algı demek ki her zaman iyi bir şey değilmişti. Çünkü, suçun bile insan ruhundaki derin çatışmalardan, yaratma dürtüsünden, hatta trajik bir güzellik arayışından nasıl beslenebileceğini anlamıştım. İstanbul’daki o adam da, tıpkı Sibirya’daki mahkûm gibi, yasak bir eylemi bir tür sanata dönüştürmüştü. Belki de bir ressam ile bir hırsızın ortak noktası, hayatın onlara dayattığı yoksunlukları, kendilerince bir ustalıkla farklı bir yöntemle resmetmekti. Belki adam, bir evin içine sızmayı, kilidi açmayı, eşyaları sessizce karıştırmayı bir tiyatro oyunu gibi tasvir ediyordu kendince. Her odanın bir ritmi vardı onun için. Eğer ev sahibinin adımlarını, eşyaların yerleşimini, hatta perdelerin dalgalanışını okumazsa, oyun bozulurdu. Tıpkı bir zanaatkar gibi hırsız, yalnızca teknik beceriye değil, sezgiye de sahip olmalıydı. Bir aktörün sahnedeki en ufak gerilimi hissetmesi gibi, o da evin nefes alışını duymalıydı. En çok da, her şeyin kusursuzca yerli yerine oturduğu o anı, işinin doruk noktasını yaşamak için sergiliyordu performansını.

Sonuçta günümüz dünyasında yapılan her ne kötülük olursa olsun biraz sanat kisvesi altında biraz da felsefe ile meşrulaştırılabilir. Hırsızlık, faiz, estetik adı altında kurulan koca bir endüstri, pornografi, mazoşistlik, sübyancılık… Hepsi kötü veya iyi, bir felsefi ve sanatsal derinlik taşır içinde. İnsan, uğraşının o gizli katmanlarını keşfettikçe yakalar kendi derinliğini.

Bu da hırsızlık sanatının meşruiyeti; Dünyada hiçbir şeyin gerçek sahibi değiliz. Eşyalar geçici hazlardan ibaret. Bir şeyi çalamazsın, sadece elinde tutarsın bir süreliğine. Bazen para vererek yaparsın bunu , bazen zor kullanarak, bazen de illüzyonlarla kandırırsın. Asıl olan, sahip olma yanılsamasıdır, insanın kendini avuttuğu en büyük sihir….

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir