Hastalanıyor, hastahaneye gidiyorsun. Bedenin, yükünü taşıyamaz halde, ruhunun kanadı kırık; Derdini anlatmaya çalışıyorsun. Bekle diyorlar, bekliyorsun. Nihayet sesleniyorlar, “Git,” diyorlar. “Git,” derken bile bir insan sıcaklığı bulamıyorsun. Gidiyorsun. Aklında deli sorular, içinde fırtınalar… Soruyorsun, ama sorduğun her soru, bir duvara çarpıp geri dönüyor. Hakkın yenmiş gibi hissediyorsun haliyle. İçini ısırıyor haksızlığa uğramışlığın o menem acısı… Öfke, boğazında düğümleniyor. Tam kızacak oluyorsun, bakıyorsun o beyaz önlüklerin ardındaki bedenlerde bitkinlik, gözlerde ışıltı yerine derin bir çukur… Koşturmacanın, nöbetlerin, bitmeyen hasta selinin altında ezilmiş bir vicdanlar manzarası.. Birbirlerine söylenen gergin sözler, birbirlerini çekiştirmeler, tam bir sefiller tiyatrosu…
Öfken, kursağında kalıyor. Oturuyorsun oturduğun yere. Vazgeçiyorsun hakkından.
Araban bozuluyor, servise götürüyorsun. Üzerinde bir an önce yaptırmanın heyecanı. “Bu zamana yaparız.” diyorlar. Kabul ediyorsun. Sabırla, o günü bekliyorsun. Nihayet günü gelip çatınca, içinde yeni bir umut, yeni bir sevinçle gidiyorsun. Fakat karşılaştığın manzara içler acısı: çalışan yerler de elden geçerken bozulmuş.
İçinde bir öfke dalgası kabarmaya başlıyor. Tam, hakkını haykırmak üzeresin ki, gözün o atölyenin köşesindeki kir, pas içinde kalmış çırakların gözlerine ilişiyor. Yüzlerinde, gelecekten umutsuz, karın tokluğuna çalışırken işittikleri hakaretlerin çakılı ifadesi. Ustalar, bıkkın, sıkkın, hayatın yükü ve kendi cehaletleri altında ezilmiş. Müşteri temsilcisi, stresinden iki büklüm olmuş, ama hayata tutunmaya çalışırcasına bakıyor gözleri. Patron, hırsının kölesi, çekilmez olmuş hem kendi hayatı hem çevresindekileri. Ve sende yine bir anlayış ve vicdanını ezen bu sefaletin sessizliği.
Evinde bir tesisat sorunu oluyor, benzer hikayeler yaşıyorsun. Kamu hizmetlerine işin düşüyor, aynı teranelerle karşılaşıyorsun. Evde, işte, okulda, içinde hep aynı köpüren haksızlık isyanı. Topluma temas etmen gereken her yerde, hep aynı yanlışlar silsilesi içinde Sisifos’un taşını hep en baştan yeniden itmek zorunda kalıyorsun. Ve nihayetinde, vicdanının fısıltıları derinlerde susuyor, usulca vazgeçiyorsun; didişmekten, kavga etmekten, benliğini hoyratça ortaya sermekten…
Alaycı bir kibirle toplumumuzda çok söylenegelen o meşhur soruyu sorayım o halde sana; “Alemin kerizi sen misin?” Bu soruya kendi adıma cevap verecek olursam, Evet o keriz benim. Ve bu, benim en bilinçli tercihimdir. İçimdeki insanlığa olan borcumu ödeme şeklimdir. Bundan ötürü yastığa başımı koyup, gözlerimi kapattığımda, için için yanan bir pişmanlık ateşi değil, sadece dingin bir huzur denizi buluyorum kendi içimde. Vazgeçtim tüm haklarımdan, bu dünyanın yeknesak çıkar oyunlarından, bitmeyen kavgalarından, davalarından. Ve anladım ki, huzur bulabilmek için vazgeçebilmek gerekmiş.Artık bir şekilde sürüp gidiyor hayat; bitse de fark etmez, sürse de. Zamanı unuttum ben, yalnızca an kaldı geriye.
Keriz olmamayı destur edinmiş azizlere sorayım bir de. Peki sizler, gerçekten haklı olduğunuzu, sadece kendi hakkınızı savunduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Bu kadar yanlışın arasında doğru olabileceğinizi, bu kirlenmiş sistemin tam da göbeğinde, çamurlu suların içinde debelenirken, sizi hiç kirletmediğini, bozmadığını mı sanıyorsunuz? Doğru diyerek öfkenize sarıldığınız an, aslında içinizdeki ‘insan’a dair bazı şeyleri kaybettiğinizi düşündüğünüz oluyor mu? Fakat, benim dışarıdan gördüğüm, Keriz olmamak dediğiniz, çoğu zaman o kirli suların size bulaşan çamurunu, bir zafer nişanesi gibi taşımanızdan ibaret. Siz, o çamuru ‘akıl’ zannediyorsunuz.
Tolstoy’un bir sözü vardı. ” Her şeyi anlamak, herkesi affetmek demektir.” İçimdeki öfke, anlayışla dinip yerini sükunete bıraktığında aklıma hep bu söz gelir.
Eskiden sandığım gibi değilmiş huzur. Onun dışarıda, sesten uzakta, tenha mekânlarda veya belli bir topluluk içinde aranacak bir şey olduğunu düşünürdüm. Meğer o, tamamen içe dönük bir yolculukmuş. Vicdanın bütün borçlarını ödemiş olmanın verdiği o derin, sarsılmaz rahatlıkmış asıl huzur. İnsan, onu kendi içinde yakalayabildi miydi eğer; artık dünyanın gürültüsü, hayatın keşmekeşi, talihsizliklerin dizilişi onu bulunduğu o merkezden sökemezmiş.


iyi geldi, teşekkürler
Ben teşekkür ederim 🙂