Bir şey kırıldığında; artık eski hâline getiremeyeceğini anlarsın. Ne kadar uğraşırsan uğraş, çatlağı yok edemezsin. Bir hatıra gibi, bir yara gibi saklarsın onu sadece. Bunun üzerine sokaklarda fütursuzca yürüyen kalabalıklara en keskin, en hakikatli kelimelerle haykırsan da, anlatamayacağını bilirsin onlara yüreğindeki tüm gerçekleri. Sanki kelimeler ne ki? Bir gölge oyunu, yaşanmışlıkların benliğimizin üzerine düşmüş gölgeleri yalnızca. Peki, neden konuşuruz öyleyse? Bile bile, hiçbir tesirinin olmadığını görerek? Çünkü konuşmak, bir mecburiyet bazen, fazlası değil. Ama yine de, susmaktan iyi.
Değiştiremezsin bir şeyleri, belki; ama haykırmak işte o, boğulduğun anda son refleksin olur. Sesin çıkmasa da, düşüncelerin feryat eder. Bu yüzden bazıları için düşüncelerini dışa vurmak, oksijen solumak kadar tabii, bir var olma meselesidir. Ben de onlardan biriyim işte. Yazık ki, bu durum hiçbir zaman bir övünç kaynağı olmadı benim için; aksine, çoğu zaman için için yanan bir siteme dönüştü. Düşüncelerini bu denli açık sözülükle dile getirmek, belki dünyanın başka köşelerinde takdir görebilirdi oysa. Ama, insan nihayetinde yaşadığı topluma tutsak, içinde yeşerdiği toprağın esiridir; benimkisi de bu topraklara düşen ve nihayetinde yalnızca sitemle yankı bulan bir sesti.
Asıl işkence, çekilen acının anlamsız olduğuna inandırılmaktır. Ben ise hayatım boyunca sadece bu konuda cüretkâr davrandım. Birilerini eğitmek veya bir gerçeği göstermek gibi bir kaygım olmadı. Böyle bir şey yapabileceğime de ihtimal vermedim. Sadece içimde kopan fırtınaları ve tarifsiz duyguları, bir hezeyanlar dizini halinde dışa vurdum. Bu sadece bir mecburiyetti. İnsanlar bu hezeyanlara rastladı; belki kimini öfkelendirdi, kimini de cesaretlendirdi.
İnsanın en temel ihtiyaçları , yalnızca karın doyurmak, barınmak ve üremek gibi içgüdüleri değildir ki. Eğer düşünemeyen canlılar olsaydık belki bize bu kadarı da yetebilirdi. Oysa kendimizi ifade etmeye de ihtiyacımız var. Ne yazık ki bu topraklarda ifade özgürlüğü, kutsanacak bir değer olmaktan çıkıp, sorun çıkaran, üzeri tozlanmış eski bir sandık misali toprağa gömülmüş. Adeta bir suç unsuru haline getirilmiş. Kendini ifade etme cüreti gösterenler hep cezalandırılmış, süründürülmüş, belki hayatıyla oynanılmış. Bu cüretin ne topluma, ne de cüret edene hiç bir faydası olmadığı halde, onu pervasızca cezalandıranlar ise kendi sınırlarını genişletmiş ve daha iyi yaşamışlar bir çok yönden. Bu durum hala da böyle. Bu yüzden ifade özgürlüğü, herkesin ulaşamadığı, herkesin hakkının olmadığı bir lüks. Anlayabiliyorum bunu. Ama yine de çizilen hiç bir sınıra sığamıyor içimdeki yaralar. Dışarı taşıyor ve ben, onları kimseden saklayamıyorum.
Öyle sanıyorum ki, bu kısacık ömürün nihayetinde, zihnimizin kıyısına vuran ve en kalıcı izi bırakan, yine yaşanmış acıların tortusu olacak. Zaman, en nihayetinde bütün güzellikleri soldurup soluk birer anıya dönüştürürken; ıstırap, bir hançer gibi saplanıp kalıyor ruhun tam orta yerine. Madem hakikat bu, o halde geriye, korkacak neyimiz kalır ki?
Böyle düşünmek, kuşkusuz, felsefenin soğuk ve aydınlık sularında yüzmek gibi. Lakin hayat, bizi düşüncenin o sakin sularından çıkartıp gerçeğin hırçın okyanuslarına attığında, insan korkunun karşısında bir çakıl taşı misali küçülüveriyor. O an, ne kendine söz geçirebiliyorsun, ne de içinde sabırla inşaa ettiğin o heybetli bentleri aşıp tüm varlığını istila eden zihninin oyunlarına karşı durabiliyorsun.
Geriye sadece kabul etmek kalıyor bize. Gerçekleri, yaşadığın toprakları, içinde yeşerdiğin toplumu… için yana yana kabul ediyorsun.

