Bir insanın hayatına haksız yere son vermekle, onu nasibinden, ekmeğinden etmek arasında bir tercih yapacak olsaydım, kötülük adına hangisini seçeceğimi düşünüp duruyorum şu günlerde. Aslında her ikisi de teknik olarak aynı kapıya çıkar: İkisi de insana bahşedilmiş olanı, onun elinden zorla almaktır. Biri soluk alma hakkını, diğeri ise o soluğu taşıyacak bedeni ayakta tutan rızkı gasp etmektir.
Yine de benim başıma ikincisi geldiğinden olacak ki bir insanı ekmeğinden etmenin, ölüme mahkûm etmekten hem daha ağır, hem daha sinsi bir kötülük olduğunu düşünüyorum çoğunlukla. Bir cana kıymak, belki de o insan için ani ve nispeten daha acısız bir son iken; onu rızkından etmek, yaşam denen o zorlu yolda sırtına bir taş daha eklemek, nefes aldığı her anı bir işkenceye çevirmek değil midir? Bir insanı çaresizliğe, yoksunluğa, onursuzluğa terk etmek, işlemediği ama isnat edilmiş bir suç yüzünden alnına kara çalıp onu bu küçük düşmüşlük içinde bırakmak, ona, öldürmekten daha acımasız bir ceza vermek olmaz mı? Öyle ki, haksız yere cana kıymak, bu uzun ve ağır ıstırap karşısında neredeyse bir merhamet sayılabilir. Diğeri ise, insanın içini kemirerek, yavaş yavaş ve her gün yeniden öldüren bir zulümdür.
Eğer insanlara alacakları cezalar konusunda seçim sunulduğu 17.yy dünyasında yaşasaydım ve haksız yere de olsa benden bu ağır cezalardan bir ceza beğenmemi isteselerdi, ölmeyi seçerdim diye düşünüyorum. Onuru için yaşayan bir insanın onurunu ayaklar altına aldığınızda ona, yaşamdan geriye sadece nefes alıp veren bir bedenden başka ne kalır ki? Orada yaşamak değil, ancak kıvranmak vardır.
Bu yönüyle şu anki Türkiye kara düzeninin bana en ilkel ve en vahşi sistemlerden daha acımasız ve barbarca gelmesi normal sanırım. Çünkü o sistemler, bedeni öldürürdü; bu düzen ise ruhu çürütüyor. İnsanı onursuz bir yaşama mahkum ederek, aslında ölümden daha ağır bir cezayı, her gün yeniden yaşatıyor.
Peki, bütün bunlar ne uğruna? İncitilen, hakkı gasp edilen, ekmeği elinden alınarak çaresiz bırakılan bu insanların çektikleri acı, hangi büyük amaca hizmet ediyor? Bu zulüm, kimin zaferini, hangi milletin ebedi saadetini garantilemek için gerekli? Bir an için aklı ve çıkarları bir kenara bırakalım. Bu yapılanların, ilkel bir intikam hissinden başka, hangi makul izahı olabilir? Bir medeniyet, temelini nefrete ve zulme dayadığında, ayakta kalabilir mi?
Aslında hepimiz, bu soruların sessiz ve rahatsız edici cevaplarını biliyoruz. Nefretle inşaa edilen bu görkemli devlet duvarlarının, en nihayetinde kendi çürümüşlüğümüzün rutubetiyle yıkılacağını biliyoruz. Lakin bazen, hatta çoğu zaman, anlamak ve tepki göstermekten bilhassa kaçınıyoruz. Ki anlamak, yüzleşmeyi gerektirir; yüzleşmek ise, değişim sorumluluğunu… Ve biz, o ağır yükten kaçmak için, cehaletin, nihilizmin ve pragmatizmin sisli perdesinin ardına saklanmayı tercih ediyoruz.
Bunun için kimseyi suçlayamam elbette. Nihayetinde ben de bu toprağın çocuğuyum; bu iklimde doğdum, bu suyla kandım. Damarlarımda akan, iyisi ve kötüsüyle bu toplumun sesidir. Öyle olmasını istemediğim çokça anlar olsa da, bu gerçeklikten kaçıp kurtulmak mümkün değil. Düşüncelerimin, davranışlarımın, hatta yüreğimdeki sızıların ve sevinçlerin bile kökeninde hep bu toplumun izi var. İyi ya da kötü, yaptığım ve yapamadığım her şeyin bir kısmını bu toprağa, bu insanlara borçluyum.
Fakat yine de haykırmak istiyor insan yüreği taşlaşmış, yüzü kararmışlara doğru. Hakikati bir bıçak gibi savurup cehaletin kara örtüsünü yırtmak, parçalamak istiyor. Oğuz Atay’ın dediği gibi, “Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan, bazen.” Ama, madem ki ben bana yapılan bu zulmü mazur görmek zorundayım, o vakit siz de bu haykırışlarımı mazur görün.

