Hepimiz İçin Adalet

Adalet kavramını her şeyden ve her mesleki yeterlilikten çok konuşmaya ihtiyacımız var. Yaşanılan tüm bu ekonomik ve sosyal çöküntülerin, otoriteleşmenin ve zorbalaşmanın temelinde adaletsizlik yatıyor. Ve bu problemler, adaletin ne demek olduğunu konuşmadığımız, anlayamadığımız ve okumadığımız müddetçe hayatımızın her alanında bir kısır döngü gibi yaşanmaya devam edecek.

Adalet, toplumdaki medeniyet ve ilerlemenin temelidir. Bu sebeple tarih boyu adalet kavramı hakkında çok fazla teorisyen ve düşünce adamı çıkmıştır. Fakat hiç biri bizim topraklarımızda yaşamıyor. Geri kalmışlığımızın temel sebebi de budur. Batı toplumlarındaki sanayi devrimi, ekonomik atılımlar ve sömürge arayışları aslında gelişimi getiren temel şeyler değildi. Adalet konusundaki reformları ve düşünce sistemleriydi. Yani bir toplumu ileriye taşıyan şey, adalet sistemidir. Ve bu sistem ise bizim topraklarımızda yüzyıllardır olabilecek en kötü vaziyette. Bilim, teknoloji ve ekonomik refah toplumun ve medeniyetin gelişiminde adalet kavramına kıyasla geri planda kalıyor.

Şimdi sırayla adalet konusunda dünyadaki düşünürler neler düşünmüş bir göz atalım. Bu konuda dünyada ilk kafa yormaya başlayan insanlar yani filozoflardan Platon,  adaleti; politik, ahlaki, hukuki bir mesele olmanın çok daha ötesinde, doğrudan yaşamla temellendirmeye çalışır. Platon, iyi ve mutlu bir yaşamı adil/doğru bir yaşamla, adil/doğru bir yaşamı da filozofça bir yaşamla özdeşleştirmiştir. Ona göre adalet, herkesin kendi işini ve üzerine düşeni düzgün bir biçimde yaptığı, bir başkasının işine karışarak onları meşgul etmediği ideal bir devlette tecelli edebilir. Bu düzeni sağlayacak olan ise, bu filozofluğa sahip, yüksek derecede öğrenimli bir yönetici veya yöneticilerdir. Fakat tabi ki bu konu sadece Platon’un düşünceleriye sınırlı değil. İlahi emir teorisi savunucuları adaletin yalnızca Allah tarafından sağlandığını, ancak onun söz ve emirleriyle sağlanabileceği görüşündeydiler. Bu felsefe, doğu toplumlarının ortaçağda adil yaşayabilmelerini sağlayabildi. Çünkü o dönem doğu toplumlarındaki ruhban sınıfı iyi eğitimli ve filozof kimselerdi. Fakat batı toplumlarında ruhban sınıfındaki baskılar ve bozukluklar nedeniyle 16. yüzyılda klasik Liberalizm’in öncülüğünü yapan teorisyenler, adaleti doğa kanunlarıyla ve bireysel özgürlüklerle ilişkilendirdiler. Aynı yıllarda Toplumsal sözleşme geleneğindeki düşünürler, adaletin ilgili toplumdaki herkesin ortak uzlaşmasından tecelli edebilceğini savundular. 18. yüz yıllara gelindiğinde ortaya çıkan materyalist felsefecilerden pozitivzm kuramı düşünürleri, adaletin en iyi sonuçları doğuran durum olduğunu savunuyorlardı. Daha sonraları dünyayı kasıp kavuran sanayi devrimi, işçi ve patron ilişkilerinin probleme dönüşmesiyle dağıtımcı adalet teorisyenleri ortaya çıktı. Bu düşünürler, adalet konusunda neyin dağıtıldığını, kimlere dağıtıldığı ve doğru oranda dağıtımın ne olduğu ile ilgilendiler. Egaliteryanlar, adaletin sadece toplumdaki eşitlik ile var olabileceğini savundular. Kominizmin dünyayı kasıp kavurması ve devletlerin baskılarının artması, mülkiyet hakları teorisyenlerinin çıkmasına sebep oldu. Onlar, mülkiyet haklarına dayanan bir adalet anlayışı içindeydiler. Ve toplumun ancak mülkiyet haklarının korunması ile refah düzeyinin artacağını düşündüler. Yakın yüzyıllarda, toplumlardaki suçların artması, Cezalandırıcı adalet teorisyenleri ortaya çıkardı.Onlar ise, yanlışların cezalandırılması ile ilgilenir. Onlara göre adalet, onarıcıdır ve mağdurların haklarına, faillerin suçlarına odaklanan bir yaklaşım içindedir.

Şimdi, okuduğum ve tanıdığım tüm bu teori, düşünce sistemlerine binaen adaletin tanımını yaşadığım ülke ve coğrafyaya göre kendim yapmaya çalışayım. Bir devlet mekanizmasındaki adalet, içine duyguların karışmadığı, yalnızca bilgi ve felsefi yeterlilikle çıkarılmış kanunların tüm toplum kesimine eşit uygulamasıdır. Yani adalet, tamamen duygusuzdur. Eğer duygular, cehalet ve eğitimsizlik, adalet sisteminin içerisine karışırsa o adalet olmaktan çıkıp intikam haline döner. Bu sebeple adaletin mümkün olabilmesi için toplumdaki her bireyin veya en azından çoğunluğun adalet anlayışını zihninde oluşturması ve bu konular hakkında düşünüp bilgi sahibi olmuş olması gerekiyor. Eğitimli olmak demek, toplumda insanlarla beraber nasıl yaşanması gerektiğini bilmek ve hakkaniyetli olmak demektir. Bu ise toplumdaki öğrenim seviyesiyle ile ilişkilidir. Medeniyet toplumda bu şekilde tecelli eder. Eğitimsiz ve çoğunluğunun öğrenimi düşük cahil bir halkın kendi kendini yönetmesi, toplumu ancak daha büyük felaketlere götürür. Çünkü böyle bir toplum, adil bir toplum olamayacağından adaleti kendi başına da tesis edemez. Bu yüzden halkın belli bir eğitim seviyesine ulaşması gerekiyor. Bunu sağlayabilecek olanlar ise ancak yüksek öğrenime sahip, eğitimli sofistike yöneticilerdir. Aslında Platon’un düşüncesine göre; bu sofistike yöneticiler, gerekirse zor kullanarak veya kanla da olsa bir şekilde yönetimi ele geçirmelidirler. Aksi taktirde ne devletin ne de yurttaşın başı dertten kurtulur. Bunun sebebi, adil kanunların sadece sofistike yöneticiler tarafından çıkarılabileceği ve işletilebileceği gerçeğidir. Yani bu yöneticiler, adalet anlayışı konusunda bilgili ve filozof kişiler olduklarından adaletli kanunlar çıkarabilme, bu kanunları toplumun her kesimine eşit şekilde uygulayarak halkın adil yaşamasını sağlayabilme ve güçler ayrılığı ilkesini güdebilme kabiliyete sahip kişilerdir. Halk, eğitimini ve öğrenimini yeterince aldığında adil yaşamayı öğrenir. Artık kendi sağlıklı sistemlerini oluşturabilir ve kendini yönetebilir duruma gelebilir. Tabi ki halkın eğitimi illa yöneticiler tarafından da sağlanmadığı gerçeği mevcuttur tarihte. Büyük çöküşler ve buhranlar da halkı eğitebilir. Fakat bu yol, oldukça acılı ve eziyetli bir yoldur. Ve sonucu her zaman eğitimle tamamlanmayabilir. Fakat halk bir şekilde adil yaşamayı ve adalet kavramının önemini kavrayabilirse, artık iplerini ve zincirlerini koparmış oluyor.

Şimdi bir de adalet konusundaki ülkemizdeki mevcut duruma bakalım. Adaletin temelini oluşturan kanun yapma yetkisini kimler elinde tutuyor? Meclisteki 18 yaşından büyük, ilk okul mezunu olanlar… Bu insanlar, yukarıda yüzyıllar boyunca felsefesi yapılmış ve hakkında tonlarca kitap yazılıp çizilmiş onca şeyden habersiz ve kanunların adalet ile irtibatını zihninde kuracak yeterliliğe sahip olmadan kanun yapabilme yetkisine sahipler. Peki bu insanlar, nasıl adil kanun yapabilirler? Şimdilik imkansız da olsa onların duygularını hesaba hiç katmadan okuyup bildikleri ve felsefe yaparak adil kanun yaptıklarını varsayalım. Kanunlar, meclisteki çoğunluğun atadığı hakim ve savcılar tarafından uygulanıyor. Bu hakim ve savcılar bu kanunları uygularken herkese eşit yaklaşmaları mümkün mü? Toplumdaki bir kesime bu kanunlar harfi harfine uygulanırken, bir kesime uygulamada bahsi bile geçmiyor. Bu ise toplumdaki belli kesimler arasında mağduriyet, nefret ve öfkenin birikmesine sebep oluyor. En sonunda bir noktada bu öfke, açığa çıkıp eyleme dönüşüyor ve bu durum, öfkeli kesimin diğer kesimi mağdur etmesiyle sonuçlanıyor. Bu sefer de bir zamanlar mağdur olan kesim, devleti domine edip aynı şekilde öfkesinin bir sonucu olarak diğer kesimleri ezmeye başlıyor. Bu döngü bir kısır döngü halinde yüzyıllardır tekrarlanıyor. Böyle bir toplumda nasıl bir gelişme ve ilerleme söz konusu olabilir? Dünyanın tüm kaynakları bu topluma finanse edilse, bu kaynaklar çarçul edilmenin ve toplumdaki sefaleti sürdürmenin ötesine geçilemeyecektir.

İşte bu yüzden toplum olarak herkesten ve her şeyden çok adalet hakkında okumaya, düşünmeye ve konuşmaya ihtiyacımız var. Vesselam…

Yusuf

Yusuf

Bir Mühendis.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »