Bir Mutluluk Düşüncesi

Düşüncesizce, vurdumduymaz ve anın tadını çıkarmaya odaklanarak mutluluktan haz alarak yaşamak mı yoksa düşüncelerle zihinsel ıstırap halinde, darmadağınık, ruhumuzu anlamlarla yücelterek yaşamak mı daha iyi? Aslında bu soruya verilebilecek sabit bir cevap yok. Çünkü, hayatı dem, dem yaşıyoruz. Bir çay gibi demleniyor her halimiz ruhumuzda. Ne sürekli hüzünle, ne sürekli neşeyle, ne de sürekli azim ve iştahla; sadece sürekli bir değişimle yaşıyoruz. Sürekli farklı bir şekil alıyor ruhumuz. Sanki bir heykeltraş, görünmez elleriyle ruhumuza dokunuşlar yaparak onu şekilden şekile sokuyor. Ruhumuzdan bir resim çiziyor. Bazen, tıpkı bir taş gibi hissiz ve düşünceden yoksun yaşıyoruz. Bazen, bir demir gibi kırılmaz bir azimle işimizin başında ve tümüyle gerçekçi oluyoruz. Bazen, dertler sarıyor dört bir tarafımızı; hüzün kaplıyor ruhumuzu, bir ateş topuna dönüyoruz. Bazen de tüten bir duman gibi dağınık düşüncelerimizde gözden kaybolarak göğe yükseliyoruz. “Ey sahiplerin sahibi , ey suretsiz heykeltraş; bana ne resim çizdiğini ben bilemem. Aslımın ne olduğunu ancak sen bilirsin.” diyor Mevlana, bu yüzden.

Bu hal değiştirmelermizin asıl sebebi, düşüncelerimiz şüphesiz. Zamanla düşüncelerimiz değişiyor. Düşüncelerimizin değişmesinin sebebi ise tecrübelerimizin yaşadığımız olaylara göre birikimi ve değişimidir. Yani, yaşarken yeni bilgiler öğreniyoruz ve bilgilerimiz artıkça bu bilgilerin bizim için anlamı değişiyor. Anlam, düşünceyle beraber geliyor hayatımıza. Düşünmek dediğimiz eylem, edindiğimiz bilgileri sorgulama eylemiyken bu eylemi, yalnızca insan yapabiliyor yer yüzünde. Bu yüzden nesneler arasında bağ kurabiliyor, onları okuyabiliyor ve okuduklarımızı yazabiliyoruz. Düşünmek, insan olarak varolmanın ilk şartıdır. Ve bu yüzden düşünmek, kutsaldır. Kuranda, Hz İbrahim’in düşünerek Rabbini nasıl bulduğu anlatılır.

Evet düşünmek bu denli önemli bir eylemken insan için her zaman iyi sonuçlar doğurmuyor. Çünkü düşündükçe gerçekliği ve çeşitliliği tüm ayrıntılarıyla daha iyi kavramaya, ayrıntıların içinde kaybolmaya başlıyorsunuz. Düşünce düşünceyi, hüzün hüznü besliyor. En sonunda düşünceler, zihinsel bir ıstırap haline dönüşüyor. Çünkü gerçek dünya, güzelliklerden çok kötülük ve zulümlerle dolu. Sheakspear ‘in dediği gibi, “Zamanın kırbacına, zorbanın kahrına, sevgisinin kepaze edilmesine ve iyilerin kötüler karşısında eğilmesine kim katlanabilir?” İnsan düşündükçe, tüm bu çarpıcı gerçekliğin daha net bir şekilde farkına varıyor. Bazı gerçeklikler, insanın umutlarını sarsıyor ve güzel günlere olan inançlarını törpülüyor. Oysa umut, yaşamak için hava ve su kadar elzemdir insan için.

Peki düşünceden uzak, sadece anın tadını çıkarmaya odaklanarak yaşayamaz mıyız? Örneğin, doğadaki diğer tüm canlılar gibi yalnızca yaşama ve üreme iç güdüsüyle pervasızca mutlu bir yaşam süremez miyiz? Bunu çoğu insan yapabiliyor gördüğüm kadarıyla. Aslında bence, maddi mutlulukların temel kaynağı, düşünmemektir. İnsanın kafası düşünceden temizlenip net olduğunda mutlu, işinde gücünde ve faal olabiliyor. Ve , bunu hayatımızın bazı demlerinde yapıyoruz. Ta ki bu cehaletin bedelini ödemeye sıra gelinceye kadar. Kalbimizde açılan her yarayla hayatın tüm acı gerçekleri yüzümüze bir tokat gibi çarptığında düşünmek, bir zaruret haline geliyor bizim için. Bir maymun gibi yalnızca yaşama güdüsüne sığınamıyoruz bu durumda. Çünkü, farkına varıyoruz. Her düşünce, sorgulamaya, her sorgulama; bir anlam aramaya itiyor bizi. Acılarımızı anlamlı kılabilmek için kıvranmaya başlıyoruz. Belki bu olay bazılarımızın ruhunda daha yüzeysel, bazılarımızın ruhunda daha derin cereyan ediyor, kim bilir? Belki, bildiklerimizin niteliği ve niceliğine göre değişiyor düşüncelerimizin hayatımızdaki baskınlığı. Fakat, muhakkak her insan, bunu bir şekilde tecrübe ediyor.

Bence insan, en çok yalnız kaldığında düşünüyor. Bu yüzdendir yalnızlığın bu denli zor, bir çok edebiyatçının ve filozofun da yalnız olmasının bu kadar sık görünür olması. Fakat, dediğim gibi, düşünen bir insanın pozitif kalabilmesi çok zordur en başta. İnsan düşündükçe bir varoluş sancısı çeker çünkü. Ya bu durumda kendini uyuşturur, ya da can havliyle neden varolduğunu araştırmaya, bu derdine bir ilaç aramaya yönelir. Onu arar arar, en sonunda kaf dağının zirvelerinde bir yerlerde bulur belki. Onu bulmak için nice yaralar alır, nice zorluklara göğüs gerer. O panzehir, maneviyattır. Varoluş sancısının tek ilacıdır. Onu aramayan ya bir şekilde karanlıklar içinde yaşamaya alışır. Ya da hayatına son verir. İnsan varoluş sancısı neden çeker? Bu soruya tasavvuf şöyle cevap veriyor; Çünkü, insan varolmak ister. insanın varolabilmesi için önce yok olması, yani kendi benini yok sayması gerekir. İnsan ancak arzu ve tutkularıyla iradesi arasındaki gerilim kadar varolmanın kemaline erebilir. İradesi ve maneviyatı, bedensel arzularının ve maddiyatının önüne ne kadar geçebilirse, düşüncelerin yol açtığı varoluş sancılarından o denli sıyrılıp varolmanın hazzına varabilir.

Yusuf

Yusuf

Bir Mühendis.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »