Dostoyevski abimizi severim. Janti abimizdir. Onun şöyle bir sözü vardı. “Bazen korkar ve saklanırsınız. Çünkü dışarıda ön yargılar kol geziyordur.” Bence, ön yargılar, tecrübelerden kaynaklanır. Tecrübeler ise genellikle hayal kırıklıklarından. Genellikle en çok tecrübeli insan, en çok ön yargıya sahip olandır. Bu sebeple, benim hayatta en çok korktuğum şey, hayal kırıklıklarımın önüme gerçeği göremeyeceğim kadar ön yargı seti çekmesidir. Bu ülkede bu kadar mutsuz olmamızın sebebi, ezici otorite ve liyakatsiz yönetimi saymazsak aslında ön yargılarımızın olduğunu düşünüyorum. Bu ön yargılarımız, geleceğe duyduğumuz umutlarımızın kırılmasından ve ülkece kazandığımız sosyokültürel tecrübelerden oluşuyor. Ülkece zor şeyler tecrübe ettik. Çoğu düşüncemiz yaşadığımız travmaların etkisiyle kısa süre içinde değişti. Umutlarımız törpülendi. Fikirlerimiz marjinalleşti. Ve ön yargılarımız çoğaldı.
Bu ön yargıların ve hayal kırıklıklarının etkisini en çok yaşayan şüphesiz genç nüfus. Diğer bir deyişle, Z kuşağı. Ben de dahil olmak üzere gençlerin çok büyük bir bölümü, artık Türkiye’de yaşamak istemiyor. Hatırlar mısınız bilmiyorum; 2000’li yıllarda ve 2010 başlarında ülke ve gelecek adına duyduğumuz umutları… Şimdi artık o umutlardan eser yok. Geriye sadece hayal kırıklıkları ve acı gerçekler kaldı. Bu hayal kırıklıklarının en başında gelen şey, geçim sıkıntısı değil. Buna emin olabilirsiniz. En önce gelen şey, korku. Ne korkusu söyleyeyim; “Hakkım yenecek, ezileceğim.” korkusu. Çünkü biz, bir korku imparatorluğunda yaşıyoruz. Bu korkunun asıl kaynağı ise adaletsizlik. İşe giderken patronun hakkımızı yemesinden korkuyoruz. Dışarıda dolaşırken biri tarafından ezilmekten korkuyoruz. Biriyle tanıştığımızda, düşüncelerimizin çatışmasından ve hor görülmekten korkuyoruz. Fikirlerimizi beyan ederken tutuklanıp hapislerde sürünmekten korkuyoruz. Yanlış ve bencil kişiler tarafından yönetilmekten korkuyoruz. Gelecek hayal ederken, sırf belli bir kimliğe sahip olduğumuzdan ötürü dışlanmaktan korkuyoruz. Çünkü bunların hepsine kısa süre içinde tanık olduk. Aslında bu durum, memlekette bundan 50 yıl önce de böyleydi; şimdi de böyle. Fakat eskiden toplumun büyük bir bölümü, teknoloji bu kadar gelişmediğinden ve birbirlerinden bu kadar haberdar olamadıklarından dolayı; diğer bir deyişle cehaletten, hayal kırıklıklarını bu kadar derin yaşamadı. Ve bu kadar kısa zamanda bu kadar çok tecrübe edinmedi. Bu sebeple, toplumumuzun yaraları; tarihin hiç bir evresinde bu kadar derinden hissedilmedi. Aslında bu gün bile tüm bunlardan cahil ve gafil olan toplumun az bir kesimini şimdilik es geçelim.
Toplum, bence; bir insan vücudu gibidir. Toplumdaki etnik yada fikri, siyasi veya dini bir kesimi dışlayıp ezmek ya da onlara haksızlık etmek; bir insanın kolunu veya bacağını kesmesine benzer. Bu acı, tüm toplum tarafından hissedilir. İstediğiniz kadar propaganda veya algı yönetimi yapın. Bu, bir adamın kolunu keserken sadece kendini ona psikolojik olarak hazırlaması ve acımayacak diye kendi kendine telkinde bulunması gibidir. Yani aziz dostlar, suçsuz yere hapislerde süründürdüğümüz, hayatında hiç silah görmemişken görevini icra ederken veya etnik kökeninden ve düşüncelerinden veya ideolojisinden veya ideallerinden ötürü terörist ilan edip ezdiğimiz, işinden ettiğimiz, hor gördüğümüz; sırf sağcı veya solcu, ateist veya dindar, kapitalist veya komünist, türk veya kürt, cemaatçi veya laik diye “olsun gebersin” dediğimiz ya da el üstünde tuttuğumuz; fikirlerine önem vermeyerek yalnızca kimliğinden dolayı adalet ve kanun gözetmeksizin, zannımıza uyarak, kötü duygularımıza kapılarak, cahilce dışlayıp bağımızı kopardığımız; aslında sadece o insanlar değildi. Bizim toplum olarak kurduğumuz hayallerimiz ve geleceğe karşı beslediğimiz umutlarımızdı. Fakat bu gerçeği göremeyecek kadar öfkeli ve cehalet içindeydik. İçimizi kaplayan bu karanlık, onlara yapılan bu haksızlığın ve zulümlerin toplumdaki bir birey olarak bize olan yansımasıdır. Çünkü hepsine ucundan kıyısından tanık olduk. Önümüze set çekilmiş bu ön yargılarımız onlara yapılan haksızlıkların ve edindiğimiz bu tecrübelerin bir neticesidir. Ve artık bu yüzden hiç birimiz, geleceğimizden emin değiliz. Çünkü artık aynılarının yarın bize de yapılabilineceği gerçeğini biliyoruz. Bu sebeple yaşadığımız memlekette iyi bir gelecek göremiyoruz. İyi bir gelecek göremediğimiz için de öz vatanımızda kendimizi gurbette hissediyoruz. Sizce, vatanı uğruna ölmeye değer kılan şey nedir? Hiç düşündünüz mü? İnsanın gurbette hissettiği ve kendi hassasiyetlerini yaşayamadığı bir yer, uğruna ölünebilecek bir vatan olabilir mi? Sanırım, vatan kelimesinin bu günlerdeki saygınlığının dedelerimizin hatıralarından başka bir dayanağı kalmadı.
Bence temelinde bir toplumu geliştiren ve ileriye taşıyan şey; ekonomi, bilim, teknoloji, üretim, çalışkanlık gibi şeyler değildir. Adalettir. Çünkü yalnızca adalet, saydığım tüm bu şeylerin oluşabilmesine zemin hazırlayabilir. Adaletin olmadığı bir memlekette; insanlar korkarlar, ön yargılarla umutsuz bir şekilde yaşarlar ve kendilerini bir şekilde kurtarma peşine düşerler. Çünkü adaletin olmadığı bir devlet mekanizması, mafyadan farksızdır. İnsanların bu sebeple umutlarının tükenmesi, toplumdaki her türlü gelişimin önünü keser. Tıpkı bu gün yaşadığımız bu büyük çöküş gibi. Bu çöküş, ekonomik krizden kaynaklanmıyor. Bilakis; ekonomik kriz, bu toplumsal çöküşten kaynaklanıyor. Bu gerçeğin toplumun büyük bir kesimi tarafından görülmesi gerekiyor ki, bir şeyler düzeltilebilsin. Çünkü ancak iyi bir adalet sistemi ile toplum olarak kendi kendimize zulmetmekten vazgeçebiliriz. Birbirimize yapılan haksızlıklardan ne kadar haberdar olabilirsek ve toplumun zıt kutuplarında da olsak birbirimize yapılan haksızlıklara ne kadar dur diyebilirsek o kadar ilerleyebiliriz.
Bazen, gece yatarken kendime neden halen burada olduğumu ve neden halen gidebilecekken gitmediğimi soruyorum. Neden hemen her gün duyup gördüğüm şeyler yüzünden aklıma giren bu kara düşüncelerle mücadele etmek zorundayım ki? Ve sanırım şu an benim gibi olan herkes bunları düşünüyor veya zaten çoğusu bu düşüncelerle burayı terk etti. Zaten bir çokları da öncesinden terk etmek zorunda bırakıldı. Aslında bu sorunun cevabı daha çok sizin hayatınızda benimsediğiniz düşüncelerinizle ilgili. Kendime bu günlerde verdiğim cevabı aslında Dostoyevski’ye borçluyum. Geçenlerde Dosto abimizin beni etkileyen şöyle bir sözünü okudum kumarbaz kitabında; “Mücadele yüceltir, alçaltmaz.” Bazı insanlara göre mücadele etmek anlamsız olabilir. Daha doğrusu bu hayata bakış açınızla ilgilidir. Bu yüzden ne derseniz deyin size saygım var. Fakat kendimce, başarının tanımı; öldükten sonra gelecek nesillere ne kadar güzel şey bıraktığımız ile ilgili. Bu ise ancak iyi bir eğitimle olabilir. Buradaki eğitimden kastım öğrenim olarak algılanmamalı. Farkında olmasak da kazandığımız bu acı tecrübelerle toplum olarak eğitiliyoruz aslında. En azından ben öyle ümit ediyorum ya da kendimde bu eğitimin izlerini görüyorum. Çünkü insan, anlamları ancak zıtlıklarla kavrayabilir. Her zulüm, adaletin tecellisine, her mücadele ise yeni bir başarı hikayesinin oluşmasına vesile olur. Bu yüzden toplumun eğitimi, o toplumun yaşadığı çöküşler ile paralel gerçekleşir. Bu bağlamda, yaşadığımız bu çöküşün toplum olarak bizi eğittiğini ümit ediyorum. “Adalet, mülkün temelidir.” sözünün ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu yaşadığımız bu musibetlerle çok daha iyi anlıyoruz aslında. Tabi ki bunun anlaşılabilmesi için toplumun en azından belli bir öğrenim seviyesinde olması gerektiği gerçeğini şimdilik atlayalım. Fakat burada kalarak bu mücadeleyi sürdürmek ve belki fikren veya manen toplumun kanayan yaralarına tanık ve destek olmanın beni belki başarı anlamında bir yere vardırabileceğine inanıyorum. Başarının tanımını da kendimce benden sonrakilere dahi bir fikri veya düşünceyi taşıyabilmek olarak tanımlamıştım.
Çok sevdiğim bir japon ata sözü vardır. “Karanlığa küfretmektense bir mum yak.” Bu bağlamda, toplumun içindeki mum yakan biri olmak istiyorum. Bu sebeple kuranı kerimdeki şu ayete kulak vererek bunların güzelliklerine talibim. “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.”(Araf 199) “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran 104)
Önceki yazılarınız daha güzeldi
Teşekkürler Zehra.