Piko Metrelerden Işık Yılı Uzaklara Doğru

Aklınızdan hayatınızda yüce olarak betimlediğiniz somut bir şey tutun. Şimdi, birlikte aklınızdan tuttuğunuz bu şeyin ne kadar yüce olduğunu anlatacaklarımla mukayese etmeye çalışalım. Daha sonra, zihnimizde oluşan fikirlerin ne derece birbirinden farklı veya benzer olduğunu, neden böyle olduğunu tartışalım.

Aslında tüm mesele, bu canlılığın nereden ve nasıl geldiği. Canlı dediğimiz varlıkları biyolojik olarak canlı diye nitelendiriyor olmamızın temel nedeni, yaşamak ve çoğalmak istemeleridir. Bunu, yaşamak için yaptıkları davranışlardan anlıyoruz. Fakat bizler, diğer canlılardan farklı olarak sadece yaşamak istemenin ötesinde, eşya ile bağ kurup yaşamımızı anlamlı kılmak istiyoruz. Evrenden anladığımız şeyler bize ilham veriyor. Sırf bu yüzden, canlılığın; nasıl olup da cansız şeylerin bir araya gelerek oluşabildiği konusu hakkında yüzyıllarca kafa yorduk. Evreni okuduk, sebep ve sonuç zincirini takip ettik. Her şeyi tekrar tekrar başına sarıp seyrettik. Fakat olay zincirinin en başına ve herkesin kabul edebileceği mutlak salt mantıksal sebebe asla ulaşamadık. Mutlak sebebe ulaşamasak da okuduğumuz olay zincirleri bize hep yeni ve farklı ilhamlar verdi.

Mevlana, evreni; metaforik açıdan bir kalemin sağa sola hareket ederek kağıdın üzerine bize anlamlı gelen şeyler yazması şeklinde betimler. Adına bilim dediğimiz olgu, bu kalemi hep gördü ve yazdıklarını okudu. Fakat kalemi tutanı hiçbir zaman somutlaştıramadı. Çünkü bilimin ilgilendiği şey, yazılanları sadece okumak ve anlamaktır. Teknolojinin gelişimi, bilimin evrenden okuduğu bu bilgileri gündelik hayatta kullanmasıyla başlar. O kalemi tutanın kim olduğuyla sadece kalbini imana açanlar, kendini ve yaşamını sorgulayan vicdan sahipleri ilgilenir. İşte, benim de amacım; bu olguyu sorgulamak ve inançsızlığa doğru meyleden vicdanları rahatsız etmek.

Öncelikle neden diğer canlılardan bu kadar farklı olduğumuzu konuşalım. Pencereye çıkarak etrafta gördüğünüz insan dışındaki canlılara bir bakın. Bu canlılar ne yaparlar, nereye giderler? Ne için yaşar, neye hizmet ederler? Kendilerinin ne yaptıklarının ve bir sistemin devamlılığını sağladıklarının bilincindeler mi? Bunu insan dışındaki hiçbir canlı sorgulamazken insan olarak biz, neden sorguluyoruz veya neden kendimizi bunu sorgulamaya mecbur hissediyoruz? Bunun basit cevabı, bizim bir bilince sahip olmamız ve onların bu bilince sahip olmamalarıdır. Bilinçli olmamız, bir araya gelerek birlikte sistemler inşa edebilmemizi ve bu sistemlerin yararına çalışabilmemizi sağlıyor. Bu sayede medeniyetler kuruyoruz ve onları sürdürebiliyoruz. Fakat garip olan, herhangi bir bilinci olmayan bireysel canlıların sistem bilincine sahip olmalarıdır. Yani, canlı bir sistemi oluşturan küçük canlıların bireysel olarak bilinçleri olmasa da o sistemi oluşturma ve sistemin sürekliliğini devam ettirme bilinçlerinin olması şaşırtıcıdır. İnsan dışındaki her canlı yaptıkları şeyler itibarıyla ortak bir amaca hizmet ediyor ve sürekli mevcut oldukları sistemi yenileyerek dengeyi korumaya çalışıyorlar. Bunu, eylemlerinin ve mevcudiyetlerinin sistemdeki bir ihtiyacı karşılıyor olmasından anlıyoruz. İnsanın ise bu sistemde, tüketmek ve anlamak dışında hiçbir yeri yok. İnsan, doğanın başına gelen en korkunç şeyken doğa ve etrafındaki nesnelerle bağ kurabilme özelliğinin olması, onun evrede şu ana kadar bilinen en eşsiz canlı olmasını sağlıyor.

Biyoloji, bu sistem bilinci açmazına uzun süre mantıksal bir açıklama getiremedi. Fakat, yine de 1971’de iki Şilili biyolog, adına Autopoisesis ismi verdikleri bu olguyu, biyolojik olarak kendi devamlılığını sağlayan ve kendini yeniden üreten sistemleri tarif etmek üzere literatüre geçirdi. İşte tam bu noktada insanlar olarak düşünce ve inanç ayrılıkları yaşıyoruz. Biz inanan insanlar, etrafımızdaki canlılığın bir yüce bilinç tarafından yönetildiğini ve bunun bir yaratma olayı olduğunu düşünürken, materyalist düşüncedeki insanlar bunun sadece sebep ve sonuçlar olduğunu düşünürler. İnanan insanlar için biyolojideki Autpoiesis,  Kuran-ı Kerimde Allah’ın Rububiyet ve Uluhiyet sıfatlarıyla anlatılır. Uluhiyet, Allah’ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile her şeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi anlamına gelmektedir. Rububiyet ise, Allah’ın her mahluka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları beslemesi ve yaşamlarını devam ettirmesi anlamına gelir. Bu yüzden inanan bir insan, bunları görüp Allah’ın yaratmasına an be an tanık olur. Allah, kâinatı kuşatmış olup görüp algıladığımız her şeyi kendisine itaat ve ibadet ettirir. Onları harekete geçirerek ihtiyacı olanın ihtiyacını karşılar. Örneğin, bir hücre; içine yerleştirilmiş DNA kodunu bilinçsiz bir şekilde okur ve protein üreterek bu proteini ihtiyacı olan yere gönderir. Bu olay, canlı sistemleri ve organizmaları oluşturan en temel olaydır. Fakat, bunu yaparken hücrenin bir bilinci olmadığından hücre, ne yaptığının ve nasıl bir organizma oluşturduğunun farkında değildir. Ona bunu yaptıran, onu kuşatmış olan Allah’ın kudreti ve ilmidir. Allah o küçücük hücrenin içine yaradılışa ait milyarlarca satır kodu koyup onu küçük bir fabrika gibi tasarlar ve daha sonra ona gerekli eylemleri yaptırarak ihtiyacı olan sistemdeki diğer organizmaların ihtiyacını karşılar.

Diğer taraftan materyalist felsefe, bu olayları rastgele sebeplerin bir sonucu olarak görür. Ben bunu, Mevlâna’nın betimlediği gibi bir kâğıda yazı yazan kaleme çok yakından bakmak olarak görüyorum. Bazı insanlar, bizim için anlamlı şeyler yazan bu kaleme bakıp sadece sebep ve sonuçları yani yazıyı görürler. Kalemin nasıl yazabildiğinden ziyade nasıl hareket ettiği ile ilgilenirler. Bu yüzden kalemin kendi kendine yazdığını düşünürler. Materyalizm ‘in özünde olan şey, budur. Materyalizm, görüp algılayamadığı şey üzerinde düşünmeyi kayda değer bulmaz. Bu yüzden akılsız canlıların akıllı bir sistemi nasıl oluşturabildiği ile pek ilgilenmezler. Fakat biz, bu yazıda materyalist düşünceden sıyrılıp algımız dışındaki şeyler hakkında da biraz düşünelim ve onları da tartışalım. Çünkü, bilimsel olarak yeni yeni fark ediyoruz ki, evrende algılayabildiğimiz şeyler oldukça az. Bu sebeple artık modern fizik, materyalizmin ve klasik fiziğin aksine, gerçeklik olarak kabul ettiğimiz şeyler haricinde düşünmek zorunda kalıyor. Hazırsanız birlikte, piko metrelerden, milyarlarca ışık yılı uzaklara doğru yola çıkalım ve ben, fiziksel algımızın ne kadar az olduğunu size anlatmaya çalışayım.

Öncelikle en küçük olarak bildiğimiz şeylerden yani, atomdan başlayalım. Bir atomun çapı, ortalama olarak 100 piko metredir. Piko metre, mikrometrenin milyonda biridir. Mikrometre ise metrenin milyonda biridir. Biliyorsunuz ki; atom, bir çekirdek ve etrafında dönen elektronlardan oluşur. Atomun elektronları ve çekirdeği arasında piko metrelerce mesafeler vardır. Çekirdeğindeki atom altı parçacıklar arasında da mesafeler vardır. Yani aslında bir atomun 99% dan çok daha fazlası fiziksel olarak boşluktur. Bu da demek oluyor ki, gördüğümüz en katı cisimlerin bile 99%’dan fazlası boşluktur. Kulağa şaşırtıcı geliyor değil mi? Fakat bu, daha başlangıç.  Atomun dışına çıktığımızda, atomlar ve moleküller arasında atomun içindeki boşluklara nazaran daha büyük boşluklar görürüz. Fakat bu boşluklar bizim algımıza göre o kadar küçük mesafelerin birleşiminden oluşuyor ki onları mikroskop altında bile göremeyiz.

Atomlardan moleküllere, cisimlere ve dünyalar arasındaki mesafelere doğru yol aldıkça boşluklardan oluşan mesafelerin de arttığını görüyoruz. Okuduğumuz rakamların haneleri üçer beşer artmaya başlıyor. İşleyiş şekilleri tamamen farklı gibi görünse de tıpkı atomlar gibi, güneş sistemleri de merkezinde hareket eden bir yıldız ve etrafında dönen gezegenlerden oluşuyor.  Bu gezegenler arasında da devasa boşluklar vardır. Fakat, artık skalamız oldukça genişledi ve boşluk olarak gördüğümüz mesafeleri milyarlarca kilometreyle betimliyoruz. Öyle ki yaşadığımız güneş sistemindeki boşluk miktarı, 99% dan fazla boşluk içeren atomun boşluğundan daha fazla orandadır.

Şimdi güneş sisteminin de dışına çıkıp daha uzaklara gidelim. Bahsedeceğimiz şey, tabi ki çok daha büyük boşluklar. Artık bu boşlukları betimlemek için o kadar büyük mesafelerden bahsetmemiz gerekiyor ki normal ölçü birimlerimizle betimlemek, bir işkence haline dönüşüyor. Bu yüzden, mesafeleri yer yüzündeki bildiğimiz en hızlı şeyle betimlemeye başlıyoruz. Saniyede 300 bin kilometre yol aldığını hesapladığımız ışığın hızının, yakın geçmişe kadar evrendeki en üst hız limiti olduğunu düşünmüştük. Işığın bir yılda katetebileceği mesafeye bir ışık yılı mesafe diyoruz. Güneş sistemleri arasındaki boşlukları, ancak ışık yılı mesafelerle betimleyebiliyoruz. Yaşadığımız evrenin tahmin edilen büyüklüğü 93 milyar ışık yılıdır ve 99%’dan çok çok daha fazlası boşluktur.

Hayal etmesi ve akılda canlandırması çok güç olsa da şu ana kadar görüp algıladığımız her şeyin mevcuttaki hacmin 1%’inden yüz binlerce kat daha az olduğu bir gerçek. Peki bu boşluklar, gerçekten boş mu yoksa orada bizim göremediğimiz ve ölçemediğimiz başka şeyler mi var? Eğer bir türlü tutturamadığımız hesaplarımızı, açıklayamadığımız bazı fiziksel ve biyolojik davranışları göz önünde bulundurursak, aslında o boşluklar; bizim henüz bilimsel olarak açıklayamadığımız şeyler içeriyor olabilir.

1920’li yıllardan itibaren gök bilimciler bu kadar büyük boşluğa sahip evrenin gözle görüp ölçebildiğimizden daha fazla madde içerdiği varsayımında bulundular. Fakat bu düşünce, tamamen materyalist düşüncenin hâkim olduğu bilim dünyasında hiç değer görmedi. Gök bilimciler, 1933 yılına gelindiğinde birtakım gözlemler sırasında çok sarsıcı bir sonuçla karşılaştılar. Gezegen ve galaksilerin hareketlerini inceleyerek denge konumunu hesaplamaya çalıştıklarında mevcut hesaplar, dengenin sağlanabilmesi için hesaplananın iki katı büyüklüğünde kütle çekim kuvvetinin bir şekilde mevcut olması gerektiğini gösterdi. Sanki, görünmeyen gizli bir el, düşmekte ve dağılmakta olan şeyleri tutar gibi hızla genişlemekte olan evreni tutarak dengede kalmasını sağlıyordu. Bu hesaplar, evrendeki bu kadar büyük boşlukta algımızın dışındaki bir şeylerin olduğu fikrini kuvvetlendirdi. Tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz için adına karanlık madde ve enerji dediğimiz bu şeylerin tüm evreni ve her şeyi kuşattığı düşüncesi şu an bilim dünyasında ağır basıyor. Yakın geçmişe kadar halen pek bir açıklama getirilemeyen bu olgu, fiziğin karanlık sorularından biri olarak yerini korumaya devam ediyor.

Şimdi anlattıklarımı aklımızda tutarak şu ayetlere göz atalım.

Nisa 126: “Allah’ındır ne varsa göklerde ve ne varsa yeryüzünde. Ve Allah, her şeyi kavramış, kuşatmıştır.”

Fatır 41: “Gerçek şu ki Allah, koyduğu düzenden sapmamaları için gökleri ve yeri tutmaktadır. Şayet sapacak olsalar artık O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O halimdir, çok bağışlayıcıdır.”

Kaf 16: “Anadol’sun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.”

Şimdi yazının başında aklınızda tutmuş olduğunuz somut yüce şeyle bu anlattığımı karşılaştırın. Ne düşünüyorsunuz? Bana soracak olursanız, Müslüman bir insan olarak, Allah’ın her şeyi kuşattığına ve evrenin sadece görüp algıladığımız şeylerin dışında bir de meta fizik boyutunun olduğuna zaten inanmıştım. Fakat piko metreler kadar küçük mesafelerden ışık yılı kadar devasa mesafelere doğru düşünürken hayretimi gizleyemiyor, ürpererek kendimi secdeye kapanmış halde buluyorum. Mesafeleri ve boyutları düşündükçe Allah’ın kudreti ve varlığı zihnimde daha da yer ediyor. Bir taraftan kendi küçüklüğümü ve hiçliğimi görüyor, diğer taraftan kendi önemimi kavrıyorum.

Fizik, karanlık madde ve enerjinin ne olduğunun cevabını ararken benim aklımda canlanan asıl soru, birçok insanın bu yücelik karşısında nasıl olup da kibir ve enaniyetlerini koruyabildiği. Nasıl bu derece farklı düşünebiliyoruz? Bizi birbirimizden bu kadar farklı yapan, olaylara bu kadar farklı tepki vermemizi, hakkında bu kadar farklı düşünmemizi sağlayan şey ne? O şey, içimizden mi geliyor, yoksa onu içimize Allah mı koydu? Bu sorularla meşgul olurken, Kuran-ı Kerim’deki şu ayete denk geldim;

Hac 48: “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat göğüslerde olan kalpler de körleşir.”

Bence, bu ayet; materyalizm ile mistisizm arasındaki bu denli farklılığı açıklıyor. İnsan, hiç kalbiyle düşünür mü? Evet, ayetin belirttiği üzere, insan kalbiyle de düşünür. Yani insan, salt mantıktan, basit sayılardan ibaret bir varlık değildir. Bu sebeple insan için mutlak mantıksal doğru söz konusu değildir. Sadece beş duyu organının sağladığı algının dışındaki şeyleri de hissedilebilir. Onun düşüncelerini, ilhamlarını ve fikirlerini oluşturan şey her ne ise, içerisinde salt mantık ve tecrübeler dışında inançları, benlik duygusunu, eşyalara yüklediği anlamları, yaradılışından gelen sevgi ve nefret anlayışını barındırıyor. Bu yüzden, düşüncelerimizden salt mantık ve tecrübeler dışındaki, her şeyi çıkaramayız. Ne yaparsak yapalım bir olguya inanmak ve düşüncelerimizi ona göre yönlendirmek zorundayız. Bizi evrendeki diğer canlılardan, insan zekasının imitasyonu olan yapay zekadan ve birbirimizden bu kadar farklı yapan şey; yaradılışımızdan gelen bu değerlerden, hayattan anladığımız anlamlardan edindiğimiz fikirler, ilham ve inançlarımızdır. İnsanın bazı şeyleri anlayabilmesi için sadece yaşaması ve tecrübe etmesi gerekir. Bu yüzden, bazılarımıza neyi göstersek de o kalemi tutanı göremez ve materyalist felsefeye yönelir. Bazılarımız ise, her şeyde Allah’ın yansımasını görür. Burada bizi iki ucun bir tarafına yaklaştıran veya uzaklaştıran yaradılışımızdan gelen o sesi ne kadar duyabildiğimiz ve içimizdeki o saf duyguları ne kadar hissedebildiğimizdir. Bu sebeple hakiki manada inanmak, mantıksal açıdan tatmin olmanın ötesinde olayları gönül gözüyle görerek samimi ve temiz kalabilmekten geçer.

Allah’ın kendini apaçık, mutlak olarak göstermemesinin hikmetlerinden biri de bence, bu insani değerleri ortaya çıkarmak istemesidir. Eğer, her şey apaçık, şüphesiz ve mutlak doğru olsaydı, ilham ve fikirlerimizin peşinden gitmez hiçbir şeyi anlamaya çalışmazdık. Bu durum ise, bizi evrende eşsiz yapan özelliğimize ket vurur, bizdeki fikirsel ve sanatsal değerlerin ortaya çıkmasına engel olurdu. Yaşamamızın asıl sebebi, anlamak ve muhakeme etmektir. Bu sayede Allah’ın sanatını anlayıp yorumlayabilir, onun hoşnutluğunu başka hiçbir canlının edinemeyeceği kadar edinebiliriz. Eserinin yorumlanıp değerlendirilmesi, bir sanatçıyı nasıl hoşnut ediyorsa, bu hayattan aldığımız farklı ilhamlar, fikirler ve hayat dediğimiz bu sanatı yapan sanatçıyı arayışlarımız Allah’ı da o şekilde hoşnut eder diye düşünüyorum. Bize biçilmiş şu kısacık ömrümüzde geriye hoş bir seda ve güzel bir fikir bırakabilmek ümidiyle…

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »