Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!

“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” Mehmet Akif, İstiklal Marşında Avrupa Medeniyetini bu şekilde tenkit ediyor. Aslında bu mısra, istiklal marşının eleştirilen bir mısrası olmuştur. Çünkü, Cumhuriyet rejimi prensip olarak Avrupa medeniyetini örnek almış ve onu yüceltmişken dünya savaşının toplumumuzda açtığı ağır yaralar; halkın tabanında zaten mevcut olan kültürel-dinsel hoşnutsuzluğu arttırmıştır. Fakat bence, bu mısrayı tartışmak yerine önce adalet ve medeniyet kavramlarını tartışmalıyız. Çünkü yapacağımız tüm tartışmalarımızın temelinde medeniyet anlayışımız yatıyor. Bu yüzden bazı araştırmalar yapıp okumalarım hakkında kendi fikirlerimi yazmak istedim.

Medeniyet, insanların varoluşundan itibaren bir araya gelerek beraber yaşamalarıyla oluşmuştur. İnsanlar bir araya gelerek organize olurlar ve iş bölümü yaparak yaşamak için gerekli gördükleri eylemleri birlikte gerçekleştirirler. Medeniyet dediğimiz kavram, bu şekilde gelişse de medeniyet gelişiminin önündeki en büyük engel toplumsal çatışmalardır. Toplumdaki çatışmalar, toplumu oluşturan ufak grupların birbiriyle uyumsuz eylemler gerçekleştirmek istemesiyle başlıyor. Çünkü benzer düşünceye ve çıkara sahip insanlar, birbirlerine daha yakın hissederek birleşiyor, gruplar oluşturuyorlar. İnsanın doğası ve benliği, çatışmaların en temel sebebidir. Bu çatışmalar; küçük ölçekte toplum içinde, büyük ölçekte de toplumlar arası gerçekleşiyor. Teorisyenlerin çoğunluğu, bir toplumu oluşturan grupların çatışmalarının kaçınılmaz olduğunu savunur. İşte bu noktada adalet kavramı işin içerisine giriyor.

Toplumdaki çatışmalar, bazı durumlarda şiddet ve savaşla sonuçlanabilir. Aynı zamanda bu şiddet, bir medeniyetin sekteye uğramasına veya kısmen yok olmasına sebep olabilir. Tüm bunlar, insanlar arasında acımasızlığa ve haksızlığa dönüştüğünde toplumun tek ihtiyacı olan şey adalettir. Adalet ihtiyacı, insanlık için evrenseldir. Bu sebeple adalet, bir medeniyetin gelişimindeki en temel unsurdur. Hatta ve hatta kanaatimce, adalet olmadan medeniyet diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü, adalet olmadığında çatışma içerisinde olan gruplar birbirlerine ve geliştirdiklerine sürekli olarak zarar verdiklerinden hiçbir grup kayda değer bir gelişme kaydedemez. Birbirlerine verdikleri zararlar toplumdaki öfke ve nefreti, dolayısı ile adaletsizliği de sürekli besler.

Fakat buradaki en önemli problem, adalet kavramının mutlak bir kavram olmamasından, yani tüm insanların hepsinin kayıtsız olarak kabul edebileceği bir adalet anlayışının olmamasından kaynaklanıyor. Adalet anlayışı, toplumdan topluma, insandan insana değişiyor. Bu problem ise, bir grubun adalet anlayışından dolayı bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi topluluğunun dışındakilere farklı bir adalet standardı uygulayabilmesine sebep oluyor. Tarihteki bazı toplumların savaş, etnik temizlik, soykırım ve asimilasyon politikalarını kendilerince haklı bulmalarının sebebi budur. Burada sormamız gereken önemli bir soru var. İnsanlar, adalet konusundaki tüm bu muğlaklık ve çelişkilere, benliklerinden kaynaklanan çatışmalara ve bencilliklerine rağmen adaleti sağlamak için ortak bir çatı altında birleşip kendi medeniyetlerini nasıl inşa etmiş, bu zamana kadar nasıl sürdürebilmişler? Bu soruya somut olarak bulabildiğimiz en kuvvetli cevap, dinlerdir.

Dinler, kişinin topluluk duygusunun uzantılarını betimlemede önemli bir role sahiptir. Çoğu din, pratikte dinler arası çatışmalara yol açsa da temel görüş ve ilkelerinde tüm insanlığı hatta tüm yaradılışı kucaklayan evrensel bir topluluk duygusu benimser. Bu yüzden, insanların bir araya gelerek ortak ve mutlak bir adalet anlayışında buluşmalarını sağlayan güçlü bir unsurdur. Adalet algısını oluşturan başka unsurlar olsa da din; toplumdaki adalet anlayışının yapıtaşını oluşturuyor. Dinin olması, toplumsal çatışmaları tamamen bitirmiyor ve bu çatışmalar, din içerisinde de farklı fraksiyon ve anlayışlar oluşturuyor olabilir. Çünkü insan doğası gereği, çatışma her durumda kaçınılmazdır. Fakat, dindeki temel görüş ve ilkeler adalet anlayışının en temel referansını oluşturuyor. Bu yüzden medeniyetlerin şekillenmesinde en önemli rolü dinler üstlenir. Yapılan tarihsel araştırmalar, dinlerin medeniyet gelişim sürecindeki katkısını ve olmazsa olmazını gözler önüne seriyor. Kanaatimce; “Medeniyetin en önemli unsuru adalet; adaletin en önemli unsuru ise dindir.” Kısaca; din, medeniyetin de temelidir.

Aslında birçok teoloğun araştırmaları; dünyadaki bütün dinlerin tek bir din olduğunu, bu tek dinin farklılaşarak birçok farklı din oluştuğunu söylüyor. Kuranı kerimde ise buna paralel olarak; Allah’ın her topluma peygamber gönderdiğini ve İslam’dan önceki dinlerin tahrip edildiğini söyler. Şimdilik dinin nasıl ve neden değişime uğradığı, toplumlarda nasıl sonuçlara yol açtığı konularını başka bir yazıda tartışmak üzere bırakıp; bu yazıda, sadece din ve adalet olgusuna odaklanalım. Adalet konusunda yazılmış ve düşünülmüş en eski teoriye göz atalım. Sokrates’in savunmasına baktığımızda adalet anlayışı konusunda İlahi Buyruk Teorisini görürüz. Kabaca söylemek gerekirse, ilahi buyruk teorisi, ahlakın her şekilde Tanrıya bağlı olduğu ve adaletin temelinde Tanrı’nın emirlerine uymak olduğunu savunur. Bu teori, Platon ve Aristoteles’e ait kaynaklarda tartışılmış ve hatta bu tartışmalar günümüze kadar sürdürülmüştür. Bence teorinin içeriğindense odaklanmamız gereken temel olgu, bu teorinin adalet hakkındaki en eski teori olduğu ve halen var olduğudur. Şöyle bir soru sorabilirsiniz; bu teorinin adalet hakkındaki en eski teori olması niçin bu kadar önemli?

Düşünce akımları ve felsefi teoriler temel olarak başka düşüncelerle etkileşimle tepki halinde oluşurlar. Yani bilim, fikir ve sanat, birikimlerle oluşur. Doğal olarak ortaya çıkan her düşünce akımı, ona tepki olarak doğan düşünce akımlarının fikirsel alt yapısını oluşturur. Özetle, ortaya atılmış ilk fikir, daha sonra gelecek fikir zincirini etkiler. Buradan yola çıkarak, ilahi buyruk teorisinin yani dinin, adalet hakkındaki tüm teorilerin gelişmesinde önemli rolünün olduğunu düşünüyorum. Bu hipotez, beni dinin medeniyetin en önemli unsuru olan adalet anlayışının yegâne referansı olduğu düşüncesine götürüyor. Bu açıdan bakarsak, farklı toplumların kendilerine özgü medeniyetlerinin temelinde kendi dinlerinin olduğunu görürüz. Bu sebeple yaşadığımız toplumumuzun temelinde nasıl İslam varsa, Avrupa Medeniyetinin temelinde de Hristiyanlık vardır. Fakat bence, İslam Medeniyeti, Hristiyan Medeniyetine göre geri kalmıştır. Bunun en büyük sebebi, İslam Medeniyetinde uzun bir süre adaletin sağlanamamış ve bunun medeniyet gelişimini sekteye uğratmış olması yatıyor. Diğer taraftan Avrupa medeniyeti ara sıra sekteye uğrasa da uzun vadede kendi adaletini tesis edip toplumsal ilerleyişini sürdürebilmiştir. Burada akla gelen ilk soru; bu gelişimi onların nasıl sağlamayı başarıp da bizim sağlayamadığımızdır.

Bana kalırsa, medeniyet gelişiminin gündelik hayattaki en temel problemi, adaletin nasıl sağlanacağıdır. Bilimsel çalışmalar, gündelik hayattaki mantıksal ve fikirsel problemlerimizi çözmek için yapılır. Her bilgi ve entelektüel birikim, referanslarla örülür. Bu yüzden bilimsel geçerliliği olan her çalışmanın bir referansı vardır. Adaleti oluşturan en temel referans ise, dindir. Fakat, adaleti şekillendiren başka unsurlar da vardır. Bunları tek bir çatı altında toplumsal yapının zamana göre değişmesiyle ifade edebiliriz. Dolayısıyla zamana ve toplumsal algıya göre de değişen sosyal adalet problemleri, ancak entelektüel, bilimsel birikimlerle çözülebilir. Özetle din, temel unsur olsa da medeni problemlerin çözümünde entelektüel birikim, şarttır.

Aslında İslam Medeniyetinin kendi içinde adaleti uzun süre tesis edememesinin ve geri kalmasının en önemli sebebi, oluşan adalet problemlerine karşılık kendi medeniyetinin yapıtaşı olan İslam’ı referans alan entelektüel birikim üretememiş olmasıdır. Kısaca, adalet konusunda değişen problemlere çözümler üretemedik. Bu konularda kafa yoran yeterli sayı ve kalitede entelektüel insanlar yetiştiremedik. Bu yüzden uzun süre boyunca adaleti sağlamak gibi toplumsal bir anlayışımız olmadı. Medeniyetimizdeki farklı toplumsal gruplar, yüzyıllarca birbirlerine sürekli zulmedip durdular. Toplumdaki tüm bu adaletsizlikler uzun vadede medeni gelişimimize ket vurdu. Adaletsizlik, toplumdaki sefaleti ve cehaleti besledi. Cehalet ise hem sefaletin hem de adaletsizliğin yegâne sebebi oldu. Diğer taraftan Avrupa Medeniyeti birçok adalet teorisyeni, filozof ve entelektüel yetiştirmiş, bunlar sayesinde toplumsal bir adalet anlayışı oluşturarak medeniyetlerini diri tutabilmiştir. Yaşadığımız yüz yıla en yakın tüm entelektüel referanslar Hristiyan medeniyetinden çıkmıştır. Bu olgunun altında tabi ki medeniyetler arası ekonomik ve siyasi sebepler olabilir. Fakat bence bu konuda yine de kendimizi sorgulamamız ve bir şeyler yapmamız gerekiyor.

Şimdi, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış Canavar!” mısrasına geri gelebiliriz. Fikrimce, bu mısrada Avrupa medeniyetinin tüm gelişmişliğinin, bizim medeniyetimizin geri kalmışlığı yanında bir canavara dönüşerek canımıza nasıl kastetmek istediğini tarif ediliyor. Bana göre, kendi içimizde adaleti sağlayamadığımız ve birbirimize sürekli zulmedip durduğumuz sürece bu gerçeği değiştiremeyeceğiz, aynı olgularla tekrar tekrar yüzleşeceğiz. Çünkü sosyal Adalet kavramı, toplumdaki her bir alana sirayet eder. Toplumun yönetim biçimi, bilimsel birikimi, gündelik yaşayış stili, kültür ve yaşama anlayışı; adalet anlayışına göre şekillenir. Bu sebeple toplumdaki adalet anlayışının zayıflaması, uzun vadede her türlü gelişimin önünü keser.

İslam medeniyeti belki 18. yüzyıla kadar önemli fikir insanları yetiştirebildi. Farabi, Mevlâna, İbni Haldun, Gazali ve İbni-Sina gibi fikir insanları belli dönemlere kadar toplumdaki etkisini sürdürdü. Fakat yakın geçmişte fikir insanlarını sadece Avrupa ve Hristiyan medeniyetinde görebiliyoruz. Bu durum, toplumumuzdaki okuyan ve öğrenen insanları kendi medeniyetine daha uzak, onların medeniyetine daha yakın hissettiriyor. Aydın insanlarımızın kendi medeniyetimizden kopuşlarını bu şekilde değerlendiriyorum. Hâlbuki, Avrupa medeniyeti kendi içinde adaleti tesis edebilmiş olmasına karşın kendilerinin dışındakilere oldukça zalim ve pragmatiktir. Bunu geçmişimizdeki savaşlarda da görebiliriz. Mehmet Akif, istiklal marşında bunu veciz bir şekilde dile getiriyor aslında. Evet, yeni bir birikim elde etmek için okuyup öğrenmeli, diğer medeniyetlerin birikimlerinden faydalanmamız gerekiyor. Fakat bunun yegâne amacı kendi medeniyetimize uygun fikir ve birikim üretmek olmalı. Edindiğimiz birikimler bizi, kendi medeniyetimizden uzaklaştırmamalı. Tam tersine, kendi medeniyetimize bir şeyler katmaya teşvik etmeli.

Referanslar:

http://www.religionconflictpeace.org/volume-1-issue-1-fall-2007/significance-religions-social-justice-and-culture-peace#footnote5_babdz14

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »