Gerçekliğin Sonsuz Düzlüklerinde

Bazen çok karamsar düşünüp bunun aslında karamsarlık mı yoksa sadece gerçeklik mi olduğunu ayırt edemiyorum. Belki de hepsi gerçeklikten ibarettir ve ben, gerçekliğin bu uçsuz bucaksız düzlüğünde kaybolan bir çok insandan sadece biriyimdir. Şu an milyarlarca insan, kendi minik hayatını ve kendisine başarı olarak addettiği zaruri hadiseleri yaşıyor. Bunun farkında olmak, bazen bana garip geliyor. Çünkü eğer bu dünyada tüm mesele, başarı ve başarısızlık, kazanç ve kayıp ise, en sonunda hepimiz kaybedeceğiz. Bu yaşam denilen mücadele, hepimiz için önce masumiyetimizi, sonra zamanımızı ve en sonunda hayatımızı kaybederek son bulacak.

Tüm bunların farkında olan bir insan, başarı tavsiyesi verebilir mi? Kimse kendi fikrinin aslında başkası için doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu kesinkez garantileyemezken tavsiye vermek veya iddia etmek ne kadar da yüzeysel değil midir? Dahası, kendi fiziksel yaşamının, maddesel kazançlarının, pozitivist fikirlerinin ve tüm bunların mevcudiyetteki küçüklüğünün farkında olan bir kimsenin, kendine biraz olsun saygısı ve öz güveni kalabilir mi? Sanmıyorum… Eğer insan dediğimiz bu canlıyı, başarılı veya başarısız gibi, isminin önüne eklediğimiz herhangi bir sıfata indirgeyerek onu sayılardan bir sayı, nesnelerden bir nesne haline getirirsek o zaman bu hayatın ne bir önemi kalır ne de bir anlamı. Belki de ben, en başından yaptım bu hatayı. Şimdi ise farkında olarak bedelini ödüyorum.

Farkında olmak, baş ağrısı gibidir. İnsan, başı ağrımazken bir başı olduğunu bilir ama onun farkında değildir. Çünkü farkındalık, sürekli bir bilme ve o bilgiyi anlama halidir. Anlayan bir insan, anlamaktan vazgeçebilir mi? İnsanın tıpkı ağrıyan başının farkında olmasından vazgeçememesi gibi, farkında olduğu bu şeyleri anlamaktan da vazgeçememesi mücbir bir davranıştır. Belki de bu yüzden farkında olmak, her zaman iyi bir şey değildir. Çünkü bu maddesel dünyanın tüm meselesinin kazanmak ve kaybetmekten ibaret olduğunun her an farkında olmak, bana acıdan başka bir şey vermiyor. Bu kadar kuvvetli ve karmaşık hislerle yaşamanın, bu kadar ibtidai sebeplerin meydana getirmesini kendime yediremiyorum. Bu düşünce bazen tümüyle hayattan soğumama yeterli oluyor. Bu kadar basit, yüzeysel ve pejmürde olmayı kaldıramıyorum. Kendimi pragmatizmin zoruna karşı boyun eğen biri olarak görmek, pespaye hissettiriyor.

Yine de illa kazanacak veya kaybedeceksem her nedense bir yanım hep kaybetmek istiyor gibi. Çünkü kaybetmek, bana çoğunlukla daha samimi geliyor. Sanırım, kazanmak isteyen bir insan, kaybetmiş bir insan kadar samimi olamaz. Çünkü, kaybetmek, ulaşılacak son noktadır. Artık orada göz önünde bulundurulacak ne bir çıkar vardır, ne de bir yarar. İnsanın egosunu saran tüm perdeler kalkmıştır. Tüm acı gerçekler gün gibi ortadadır. Aslında ben de bu yüzden samimiyim. Herkese karşı samimiyim. Ve sanki acılarla dolu, samimiyetsiz ve çıkarcı bu dünyada ruhum küçük bir samimiyet esintisi, içten bir sevgi kıvılcımı için kıvranıyor.

Niye yazdığımı ve bu yazma alışkanlığını ne zaman kazandığımı tam olarak kestiremiyorum. Fakat ne zaman sarhoş olmak istesem, yazmaya başlarım. Yazmak, tıpkı sarhoş olmak istemek gibi gerçek dünyadan kaçmak istemektir. Düşüncelerle de sarhoş olur insan. Ne kadar çok düşünürse, o kadar içinden çıkılmaz bir hal alır her şey. Çünkü her şey hem bir o kadar olası, hem de bir o kadar olası değildir. İnsan, tüm mantıksal yetisini kolaylıkla kaybedebilir o labirentte. İşte, bu bir çeşit sarhoşluk halidir. Hiç bir şeyi tam olarak kestiremez, hiç bir konu üzerine odaklanamamaya başlarsın. Ve böylelikle dünyalık dertlerin bir miktar hafifler. Bir müddetliğine de olsa dünyadan kaçmışsındır.

Dünyadan ve gerçeklikten çoğunlukla kaçmak istiyorum, çünkü tüm bu gerçeklik neredeyse tamamen acılar ve dram üzerine kurulu. Dolayısıyla anlamak, çoğunlukla hüzüne eşdeğerdir bu dünyada. Ve insanın alışamayacağı hiç bir ceberut acı yoktur. Bu yüzden, bazen kendimi bu modern dünyada, tarihim geçmiş gibi hissediyorum. Gerçekliğe uyum sağlamak için ne kadar çabalasam da, ağızda ekşi bir tat bırakıyorum. Bozulmuş ve kırılmışım. Bu saatten sonra kimsenin beni seveceğini de sanmıyorum. Bu yüzden aslında kaybetmekten ve hüsrana uğramaktan da hiç bir korkum yok artık. Fakat, zamanın geçmemesinden ve o hayat sahnesinin orta yerinde kırılmış bir şekilde, sonsuza dek, bir başıma beklemekten o kadar korkuyorum ki, bu korkudan yaşamayı unutuyorum bazen. Bu korku nöbetlerinde , tüm düşüncelerim birer kurşun olup yağıyor üzerime. Her şey, anlamını yitiriyor. Sevgisiz kalmış kalbimde cehennemi yaşarken gerçek dünya gözümde o kadar küçülüyor ki ölüm bile, çok basit görünüyor. Kaçmak istiyorum bu dünyadaki umarsız yalnızlıktan, amansız sevgisizlikten, yeknesak samimiyetsizlikten, içini sadece çıkarların doldurduğu bu yavan boşluklardan… Ama insan kendi kalbinden nereye kaçabilir ki? Bu dünya, kalbinin alabildiği kadar ağırdır. Hissedebildiğin kadar acıdır. Oysa cahil cesaretimi herkes bilir. Korku nedir bilmeyen ben, tir tir titriyorum kendi önümde. Bir tek bu ağırlığın altında cahil olamıyorum. Keşke her şey, düşlerdeki gibi yaşanılıp hemen bitse ve kaybolsaydı. Ama kaybolmuyor. Her şeyi, hatırlıyor insan. Ve her şeye alışıyor. Karanfil yürekli çocukların ölümüne bile alışabiliyorsa insan, başka alışamayacağı ne olabilir ki bu dünyada? Ben de alıştım sanırım; binlerce yıllık köhne dertlerin yığıntıları arasında yaşamaya… En kötüsü, yalnızlığa alıştım.

Gerçekliğin bu kilometrelerle düz, kilometrelerle derin boşluklarında dolanırken, kendime olan güvenimi kaybetmişim. Nerede ve ne zaman kaybettiğimi hatırlamıyorum bile. Fakat kaybettiğim hiç bir şeyi umursamadığım gibi bunu da umursamıyorum. Sanırım hepsi yalnızlıktan. Çünkü yalnız bir insanın anlaşılmaktan ve sevilmekten başka hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki ben yalnızlığa öylesine alışmışım, sevilmekten o kadar uzak kalmışım ki nasıl bir şey olduklarını hatırlamıyorum bile. Bu yüzden de artık sevilmeyi de, anlaşılmayı da umursamıyorum. Fakat tüm bunlardan ziyade güzel bir yüz gördüğümde bir suçlu gibi hissediyorum kendimi. Her nedense, bu güzelliği hak etmediğimi düşünüyorum. Bunu hissetmek için ne yaptım, bilmiyorum. Kimsenin kimseyi bir çıkarı olmadan gerçekten sevebileceğine inanmadığı bu materyalist dünyada acaba, bu şekilde sevmeyi ve sevilmeyi haketmiyor muyum? Sevmeyi halen bilmiyor muyum? Bu dünyaya bir hiç olduğumu anlamak için mi gelmişim? Yine uçsuz bucaksız sorular ortasında kaldım.

Belki de gerçekten hepimizin tek seçeneği vardır ve hepimiz, yapmamız gereken şeyi yapıyoruzdur. Bazıları sever ve sevilir. Bazıları da yazar ve düşünür. Ben, o ikinci talihsiz gruba aitim. Fakat bunun için gocunmuyorum. Hiç kimseye karşı bir dargınlığım yok. Bu dünyada herkesi ve her şeyi, hatta acılarımı bile olduğu gibi sevmeye çalıştım. Evet, bazen bu işte başarısız olduğumu kabul ediyorum. Fakat halen deniyorum. Sadece bu hayattaki rolümü oynayıp yapmam gereken şeyi yapıyorum. Benim rolüm de yazmaktır belki. Mutsuz ya da umutsuz değilim. Sadece, hüzünlüyüm.

“Hüzün, bir çocuğun gökyüzünü sevmesidir. Ağlamaksa, acıların yontulmuş biçimidir. Yorgunum bir gülü devşirmekten bilseniz… Yüzüm, bozulan bir çiçektir. Beni solduran, akşamüstleridir pencerelerde. Çünkü, hüzün hüzünü besler yalnızca… Merhaba.”

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »