Bir Ayrılış Hikayesi

Erkek kadına dedi ki:

Seni seviyorum, ama nasıl;

avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp

parmaklarımı kanatarak, kırasıya, çıldırasıya…

Erkek kadına dedi ki:

Seni seviyorum, ama nasıl;

kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,

yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,

yüzde hudutsuz kere yüz…

Kadın erkeğe dedi ki:

Baktım dudağımla, yüreğimle, kafamla;

severek, korkarak, eğilerek,

dudağına, yüreğine, kafana.

Şimdi ne söylüyorsam karanlıkta bir fısıltı gibi,

Sen öğrettin bana.

Ve ben artık biliyorum;

Toprağın, yüzü güneşli bir ana gibi,

en son, en güzel çocuğunu emzirdiğini.

Fakat neyleyim,

saçlarım dolanmış ölmekte olan parmaklarına.

Başımı kurtarmam kabil değil!

Sen yürümelisin yeni doğan çocuğun gözlerine bakarak.

Sen yürümelisin, beni bırakarak…

Kadın sustu.

Sarıldırlar.

Bir kitap düştü yere, kapandı bir pencere.

Ayrıldılar…

Nazım Hikmet

“Beş Kardeş” dizisine şöyle bir bakarken, bu şiirle karşılaştım. İlk okuduğumda, kendi hikayemden mısraların arasına sıkışmış bazı izler buldum. Şiirin söylemek istediklerini birkaç dostuma sordum; onlar için pek bir anlam ifade etmiyordu. Peki, onların göremediğini ben nasıl görüyordum? Sonra anladım ki, şiirler aslında satırların arasına sinmiş yaşanmışlıklardır. Her şiir, okuyanın yüreğinde yeniden farklı bir şekilde doğar.

Bir adam, bütün ihtişamıyla seviyor; karşısındaki kadın ise bu sevginin ağırlığı altında eziliyor. Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi: Öyle bir sevgi ki bu, sevilen kişi, onun karşısında ancak saygıyla eğilebiliyor. Büyüklüğü görüyor, fakat bu büyüklük bir süre sonra korkuya dönüşüyor. Platon’un, Sokrates’in bilgeliğine duyduğu hayranlığı aşk sanması gibi… İnsan, bazen bir yaprağın hışırtısına bile tutulduğunu zannedebilir. Çünkü sevgi dedilen bu esrarengiz duyguyu hissetmek için aslında sevdiğini gözünde öyle bir kusursuz hale getirir ki insan, hissettiği ile gerçeği asla ayırt edemez. Bazen birisi sizi öyle derin, öyle kuşatıcı sever ki, siz de bu sevginin büyüsüne kapılıp aşk olduğunu sanırsınız. Oysa aşk değildir bu, çölde görülen bir seraptır. Zamanla bu yanılsama, yerini korkuya ve acıya bırakır. Çünkü insan, fani olana değil, ancak onun ardındaki ebedî güzelliğe, kusursuz olana âşık olabilir. Bu dünyada aşk denilen şey, sadece kusurluyu kendi gözümüzde kusursuzlaştırmaktan ibarettir. Gerçek değildir ve bunu zamanla anlarız.

Şiirdeki adam, kadını öyle sevmişti ki bu sevgi, kalbi olan her şeyin nefesini kesecek kadar kudretliydi. Kadın, onun sevgisinin azameti karşısında ezildi; ondan öğrendiklerini sevdi, onun büyüklüğünü sevdi, fakat bu sevgi çaresizdi. Sanki kadının saçları, sevmekten ölen adamın parmaklarına dolanmış birer tutsaklık zinciriydi. Peki, sevmekten ölünür müydü? Eğer hayat, anlamlardan ibaretse ve adamın sevgisi, kadının tüm anlamlarını gölgede bırakacak kadar büyükse, o zaman bu sevgi, onun için bir ölüm değil miydi? Kadın, kurtulmaya çabaladı, fakat adama duyduğu saygı ve korku, ona engel oldu. Ta ki adam, bir anlık ferasetle, kadının çırpınışlarını görünceye dek…

O an, her şey değişti. Adam, güneşin sıcaklığını ilk defa bu kadar yakından hissetti. Toprağa düşen yağmur damlaları, acılı yüreğine merhamet serpti. Kuşların cıvıltıları, baharın neşesiyle karıştı; yalnızlığının uğultusu, kulaklarında yankılandı. Gözyaşlarının yüzünden süzülüşünü, pişmanlığın sıcaklığıyla hissetti. Ruhundaki hiçliği ve bütünlüğü aynı anda idrak etti. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Geriye kalan ömrünü, başkalarının acılarına adayarak kadını serbest bıraktı ve gözlerini, bu dünyanın bütün anlamlarına kapadı.

Adam öldü… Kadın ise büyüdü.


Önerilen makaleler