Bence bir kitap; ki bu kitap dünyanın en değerli bilgi ve erdemlerini barındırsın veya barındırmasın, okuyan kişide aydınlatıcı bir etki ve sarsıcı bir farkındalık oluşturmuyorsa okumuş olmanın da hiç bir rasyonel faydası yoktur. Bana kalırsa, bu sebeple kitap tavsiyesi vermek, pek mantıklı değildir. Çünkü, her kitap; her insana hitap etmez. Bununla birlikte, her kitap; her insanı aydınlatmaz. Bunun sebebi; her insanın, zihnen farklı ve eşsiz bir dünyada yaşamasıdır. Yaşamın organik işleyişi ihtiyaç dahilinde gerçekleşir. Kitap okumak da ihtiyaçtan kaynaklanır. Eğer insan, kitap okumaya ihtiyaç duyuyorsa, kendi kendine kimsenin öneremeyeceği kadar fevkalade bir kitap bulabilir. Bu durum, felsefe, edebiyat veya herhangi bir teknik konu için dahi aynıdır. Sorulması gereken asıl soru bence; “Kitap okumaya nasıl ihtiyaç duyarız?” sorusudur. Bu sorunun cevabı bana göre; soru sormaktır. Soru sormaya, düşünüp sorgulamaya başladığımızda kitap okuma ihtiyacı duyarız. Düşünüp sorgulamadan, yani okuma ihtiyacı hissetmeden okuduğumuz kitaplar, bize pek bir şey katmazlar.
Her kitabın her insanı aydınlatamamasının en temel sebebi, kelimelerin bir çok şeyi ifade edememesidir. Eğer okuduğumuz kelimelerin kendi hayatımızda veya zihin dünyamızda bir karşılığını bulabilirsek, o kelimeler bizin için anlamlıdır. Aksi durumda bize pek bir şey anlatmazlar. Bu yüzden bir çok şeyi okumadan önce benzer şeyleri deneyimlemiş olmak gerekiyor. Kutsal kitaplar dahi bu yüzden herkese hitap etmez. Bunu biraz daha somutlaştırmak için şöyle söyleyebilirim; bazen deneyimlediğimiz bazı duyguların veya düşünceleri gündelik yaşantımızda nlatamaz, bu yüzden onu detaylıca analiz edemeyiz. Onları okuduğumuz bir kitapta bulduğumuzda oradaki anlatımlardan zihnimizde halen tam olarak açılmamış bu detayları analiz etme fırsatı yakalayarak aydınlanırız. İşte bu yüzden o kitabı çok severiz. Yani bir kitabı sevip sevmememiz , o kitabın duygu ve düşünce dünyamızla özdeşleşip özdeşleşmemesi ile ilgilidir. Bence bir yazarı, yazar yapan en temel özellik; bizim bulamadığımız bu duygu ve düşüncelerin kelime karşılıklarını kendiliğinden bulabilmesi ve onları yazıya dökerek anlatabilmesidir.
Bir kitabı sevip sevmememiz, onunla özdeşleşip özdeşleşmememizle ilgilidir demişken, hayatımıza bir kitap kadar anlam katabilen tiyatro, sinama ve oyunlardan da bahsetmek istiyorum. Evet, oyun. Yani bilgisayar oyunu. Artık pek çok bilgisayar oyunu, kendi senaryosu ve gerçekçi grafikleriyle bir sinamadan farksız. Aslında bir sinama veya tiyatroyu da bir kitap gibi okuyabiliriz. Onlardaki oyunculuklar, görsel sanatlar, replikler ve dekorlar düzgün okunduğu ve zihin dünyamızda karşılık bulduğu sürece bizi bir kitap kadar aydınlatabilir, sarsabilir ve bizim için öğretici olabilir. Tıpkı kitapların iyisi, kötüsü olduğu gibi sinama ve tiyatroların da iyisi , kötüsü vardır. Fakat burada bahsetmek istediğim asıl şey, bir oyun.
Geçen hafta, “Red Dead Redemption 2” diye bir oyunu bitirdim. Sanırım bilgisayarla ilgili pek çok kişi bu oyunu bilir. Çünkü gerçekten bir baş yapıt. Bu oyun, okuduğum onca kitaptan çok daha derin bir şekilde sarstı beni. Beni sarsan, tabi ki oyundaki grafiksel muhteşemlik ve oynanış mekanikleri değil, oyunun senaryosu ve hikayesiydi. Bir kitabı sevip sevmemeniz, o kitapla özdeşleşmenize ve zihin dünyanızda deneyimlediğiniz bir karşılığın olmasına bağlıdır demiştim. Günümüzde oyunlar, bu iki şeyi de sunuyor aslında. Oyunda, bir karakteri oynuyor, yani yönetiyorsunuz. Onun kararlarını siz veriyor ve sonuçlarını deneyimliyorsunuz. Oyunda verdiğiniz kararlar, sizi oyunun içinde iyi veya kötü biri yapıyor. Karakterin giyimine, sakal ve saç traşının şekline kadar siz belirliyorsunuz. Bununla birlikte, senaryo içinde hikaye ve karakterle özdeşleşmiş oluyorsunuz. Dahası, tüm oyun ortamı aslında size, hikayeyi deneyimlemek için bir simülasyon ortamı sunuyor. Yani aslında gerçek olmasa bile oyundaki similasyon ile gerçekte deneyimleyemeyeceğiniz şeyleri sanal olarak deneyimleyerek olaylar arasında duygusal bir bağ kuruyorsunuz. Tüm bunlar, kaliteli bir hikaye, iyi görsel sanatlar ve güzel bir simülasyon mekaniği ile bir kitap, bir sinamadan çok çok daha güçlü ve zihin dünyamızda çok daha kalıcı etki bırakabilecek bir araca dönüşebiliyor.
İsterseniz şimdi oyunun hikayesinden biraz bahsedip inceleyelim. Bu yazıdan sonrası, oyunu oynamayıp oynamak isteyenler için Spoiler içerebilir. Oyun, 1890 yıllarında, anarşinin hakim olduğu Amerikan’ın kırsallarında geçiyor. Ana karakterimiz, genellikle devlete ve zenginlere karşı soygunlarıyla ünlü bir çetenin en müdavimlerinden diyebileceğimiz bir üyesi ve kanun kaçağı. Güç dengesizliğinin ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü bu diyarlarda, var olma mücadelesi veren bu çetenin ilk başlarda kendine göre bazı ilkeleri var. Emperyalizm ve kapitalizme karşı bir düşünce direnişi görüyoruz burada aslında. Bir tarafta kanun ve hükümet adına iş yapan ama ahlak anlayışından yoksun, sadece zengin ve güçlüleri koruyan kanun adamlarını diğer tarafta, açlık ve sefalet içerisinde, belki kömür madenlerinde bir kaç dolar kazanmak için ölen, karnını duyurabilmek için iffetini satmak zorunda kalan sefil halkı görüyoruz. Tüm bu adaletsizliklerden doğan bir anarşi var. Ve bizim çetemiz, bu anarşi düşüncesini temsil ediyor aslında.
Karakterimiz, Arthor Morgan isminde, küçük yaşlarda kendisi gibi kanun kaçağı olan babasının gözleri önünde öldürülmesiyle yetim kalmış ve daha sonra annesinin ölümüyle kimsesiz kalmış biri. Bu yetime küçük yaşlardan itibaren bahsi geçen çete bakmış. Dolayısı ile çete liderini ve büyüklerini babası ve ailesi gibi görüyor. Arthur, onu bir şekilde kaderin sürüklediği bu olaylar silsilesinde kendi içinde halen iyilik barındıran bir karakter. Bir gün çetesinde bulunan bir tefecinin borcunu tahsil etmek için verem olan bir çiftçiyi dövüyor. Yaptığı şeyin yasal olduğunu düşünerek vicdanını rahatlatmaya çalışsa da bunu yaptığı için kendine kızmadan edemiyor. Çifçi ölüyor ve ailesinin elindeki son parayı da çifçinin tefeciye olan borcu olarak alıyor. Ardından belli bir süre sonra kendisi de vereme yakalanıyor. İşte asıl can alıcı hikaye burada başlıyor. Artık içindeki öfke ve nefret duruluyor. Yaptığı şeylerin ne kadar kötü olduğunu, yaşamının anlamsızlığını farkederek geri kalan az bir ömrünü hakkını aldığı insanlarla helalleşmeye çalışıp diğer insanlara sadece yardım etmeye harcıyor. Çetenin içerisinde olan çocuklu bir aileyi çeteden uzaklaştırmaya çalışıyor ve tüm bunlar için mücadele verirken ölüyor. Tabi ki karakterin iyi veya kötü olarak ölmesi tamamen oyuncunun seçimleriyle ilişkilendirilmiş. Bu sebeple karakter gerçek olmasada oynarken o karakteri yaşıyorsunuz. İşte bu sebeple, karakter öldüğünde veya gerçekleştirdiği eylemlerin sonuçlarını deneyimlerken ciddi bir duygusal sarsıntı yaşıyorsunuz. Tüm bunlar size, zihin dünyanızı sarsan deneyimler ve bazı anlamlar kazandırıyor.
Bu oyundan pek çok şey çıkardım. Anarşinin, adaletsizlikten nasıl doğup nesiller boyu devam edebileceğini, yaşanılan olaylar ne kadar kötü olursa olsun, iyi olan seçimlerin her zaman olduğunu, sadece seçimlerimizin bizi iyi veya kötü insan yaptığını, sonunda önemli olan şeyin iyi seçimler yapmış olmak olduğunu ve bunun gibi pek çok şeyi çıkardım diyebilirim. Bu yüzden oyunu oynamanızı şiddetle tavsiye ederim. Aslında konu olarak ucundan kıyısından Victor Hugo’nun sefiller kitabına benziyor.