Büyük Engizisyoncu

Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” eserinde Ivan isimli karakter, senaryo gereği yazarı olduğu gazetede “Büyük Engizisyoncu” başlığıyla bir hikâye yazar. Hikâyede, Hz. İsa’nın İspanyol Engizisyonu döneminde dünyaya geri dönüp engizisyon mahkemeleri tarafından esir alınışı ve dönemin Hristiyanlarının bu olaya karşı tepkisiz kalması kurgulanmıştır. Engizisyonun ne demek olduğunu bilmeyenler için hemen söyleyelim; engizisyon, orta çağda radikal Katolik kiliselere karşı gelenleri aforoz edip onları sapkın oldukları için yakarak öldüren veya çeşitli işkencelere maruz bırakan kilise mahkemelerine deniyordu. İspanya’da engizisyon mahkemeleri 1478’de kurulmuş, 1834’e kadar devam etmiştir. Bu süre zarfında kilisenin bu baskısına ve zorbalığına karşı bir ayaklanma veya girişim olmadı. Aslında, Dostoyevski’nin değindiği konu tam da bu. Otoritenin bu denli insanlık dışı eylemlerine rağmen, niçin kimse ses çıkarmıyordu? İnsanlık, ortak vicdanında ve inançlarında yanlışlığını net olarak görebildiği eylemlere karşı neden sessiz kalmayı tercih ediyordu? 

Aslında bence Kuran’da Hz. Musa kıssasında anlatılan olay zinciri de bu hikâyeyle bir çok noktada benzerlik gösteriyor. Kuranda anlatılan olaylar şöyle gerçekleşiyor; Firavun’un İsrailoğullarına yaptığı zulümlere ve baskılara rağmen İsrailoğulları kayıtsız kalmayı tercih eder. Hz. Musa, kavmini Firavun’un elinden kurtarmaya ve onları Firavun’a karşı gelmeye ikna etmeye çalışır. Fakat İsrailoğulları Firavun’un zorbalıklarından korktuklarından ve aç kalırız endişesiyle bir süre peygamberlerini, yani Hz. Musa’yı dinlemezler. Firavun, yahudilere; “Nankörülük etmeyin, sizi ben doyuyorum, ben olmazsam aç kalırsınız, halinize şükredin.” gibi telkinlerde bulunur. Daha sonra, peygamberlik basireti ve Allah’ın yardımıyla Hz. Musa, kavmini kaçmaya ikna eder. Böylece Firavundan kaçış hikayesi başlar. Fakat her fırsatta Yahudilerin bir bölümü, durumlarını ve bu kaçışlarını Hz. Musa’ya yakınmaya devam ederler. Aslında bu iki olay örgüsünde de insanların özgürlüklerini ve inançlarını, aç kalmaya feda ettiğini; yani, korktukları için yanlışları, doğru olduğuna inandıkları şeylere tercih ettiklerini görüyoruz.

Aslında bu hikâyenin konu başlığı altında ciddi sosyolojik ve psikolojik analizler yapmak mümkündür. Ve tabi ki Kuran, hiçbir olayı sadece hikâye olsun diye anlatmaz. Bu olay, dünyada sürekli tekrar tekrar yaşanan ve yaşanmış olayların bir örneğidir sadece. Bugün dahi Firavundan ve zorbalıklar karşısında sessiz kalan topluluklardan bahsedebiliriz.

Aslında Dostoyevski, toplumda inanç gibi gözüken birçok değerin kökeninde toplum baskısı, korku ve siyasi otoritenin zorbalıkla topluma direttiği şeyler olabileceğini söylemeye çalışıyor. Bence bunlar, inançlı olduğunu düşünen birisinin kendisinde sorgulaması gereken çok önemli dinamikler.  Peki neden insanlar apaçık yanlış olarak değerlendirdikleri bu olaylar karşısında inançlarına rağmen sessiz ve tepkisiz kalmayı tercih ederler?

Bana kalırsa her insan bunu tercih etmez. Bu tercihi sadece sefil insanlar yapar. Sefalet ile fakirlik, aynı şey değildir. Fakirlik, maddi yoksunluktur. Fakat sefalet hem maddi hem de zihinsel yoksunluktur. Yani sefaletin içinde cehalet ve düşünceden sıyrılmak vardır. Cehaletin bedeli ise bir toplum için çok ağırdır. Sefalet, cehaleti besler ve cehalet de sefaletin ve toplumdaki tüm kötülüklerin sebebi olmaya devam eder. Bu kısır döngü, yüzyıllar boyunca sürer gider. Bu sebeple, sefil insanları sömürmek ve inançlarını maniple etmek çok kolaydır. Feodal sistemleri koruyan, toplumları sömürge haline getiren yegâne araçtır, sefalet.  

Bence burada bahsettiğimiz olay anarşizm ile ortak bir paydada kesişiyor. Anarşistler, otoriteyi ve mülkiyeti reddeder. Bu reddedişin özünde adalet anlayışları vardır. Adaletsizlik, sömürü, zorbalık ve zulüm karşısında anarşizm, meşru bir zemin kazanıyor. Kabul etmesi zor da olsa, bu cehalet ve sefalet döngüsünü kırmanın tek yolu, anarşizmdir. Bazı anarşistler, sefil insanları düşünmeye ve anlamaya zorlayacak tek şeyin, hiç beklemedikleri yerlerden hissedecekleri acı ve yıkım olduğunu düşündükleri için giriştikleri aşırı ve yıkıcı eylemlerle tanınırlar. Aslında acıların, insan için en kadim öğretiler olduğunu ve toplumları eğiten yegâne şeylerin başında yaşanılan toplumsal acılar olduğunu düşünürsek haklarını vermek gerekir. Fakat, tarihte çokça yaşanılan büyük musibetlere ve acılara rağmen bu insanların çoğunun halen düşünmediği ve anlayamadığı da olmuştur. Kuranda anlatılan kıssalarda bu hadislere rastlayabiliriz.   

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »