“Benim komşum, ihtiyar bir Türk’tü; çok ihtiyar, çok yoksuldu; karısı da yoktu, çocukları da… Garibin biri; yemek pişirir, tahta siler, akşam üzeri de babadan kalma evine gelir, ninem ve öbür ihtiyar komşularla avluda oturur, çorap örerdi… Ermiş bir adamdı bu Hüseyin Ağa. Birgün beni dizlerine aldı, hayır duası edermiş gibi elini başıma koydu: «Aleksi,» dedi, «bak sana bir söz söyleyeceğim; küçük olduğun için anlamayacaksın; büyüyünce anlarsın. Dinle oğlum: Tanrı’yı yedi kat gökler ve yedi kat yer almaz; ama insanın kalbi alır. Onun için, aklını başına topla Aleksi, hayır duam seninle olsun, dikkat et, hiçbir zaman insan yüreğini yaralama!»”

Zorba, su ana kadar okuduğum ilk ve tek yunan romanı oldu. Romanda bahsi geçen dönemin Yunanistan ile atılan ilk nefret tohumlarıyla aynı dönemleri kapsıyor olması beni romanı okumaya teşvik eden ilk şeydi. Yunan bir düşünürün gözünden o dönemin nasıl geçtiğini merak etmiştim. Fakat romanın tarihi ve kültürel içeriklerinin yanısıra, felsefi açıdan da tatmin edici olduğunu söyleyebilirim. Kitabı okurken Yunanlılarla kültürel olarak ne kadar içi içe geçmiş olduğumuzu görebiliyorsunuz. Örneğin, “İki keklik” türküsüyle oyun oynuyor, halay çekiyorlar. Köydeki insanların yaşayış, inanış ve bağnazlıkları bizimkilere o kadar çok benziyor ki kendinizi yerli bir roman okuyormuş hissiyatına kaptırıyorsunuz. Bunun yarısıra sık sık, Türkler ile ilgili ırkçı olmayan komşuluk ve tanışıklık hikayeleri geçiyor. Dönemde yaşanmış karanlık ve kirli olaylara da değiniliyor. Bunlar içinden benim en çok hoşuma giden kesitler şunlardı;

“Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türk’tür, bu Bulgar’dir ve bu Yunanlı’dir. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim… Neden? Çünkü bunlar Bulgar’mış, ya da bilmem neymiş… Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum. Hay kahrolasıca pis herif, hay yokolası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim : Bu iyi adamdır, su kötü. İster Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da, buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister iyi, ister kötü olsun be! Hepsine açıyorum işte… Boşversem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da Tanrı’sı ve karşı Tanrı’sı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek… Hey zavallı hey! Hepimiz kardeşiz be… Hepimiz kurtların yiyeceği etiz…

” ‘Vatanım’ diyorsun… Kâğıtlarının sana söylediği, incir çekirdeğini bile doldurmayan o boş sözlere kulak asıyorsun… Sen beni dinle; vatan var oldukça insan canavar kalacaktır, evcilleşmez canavar… Ama, şükür Tanrı’ya, kurtuldum, geçti!”

Romanda, felsefi açıdan Nietzsche’nin etkilerini görebildiğimi söyleyebilirim. Bir çok olay ve konuşmalardan hayatın kendisinin açılardan ve sorunlardan oluştuğunu, insanın bu acı ve sorunlarla boğuşup, üstesinden gelerek insan olabildiğini çıkarabiliyoruz. Hikaye olarak, Aleksi Zorba ismindeki okuma yazma bilmeyen, cahil, ama kendi içinde derinleşmiş, hayatı içinden geldiği gibi doyasıya yaşayan bir adam ile okur yazar olan, entelektüel bir zenginin arkadaşlıkları konu alınıyor. Bence bu entelektüel zenginin aslında yazarın kendisi olduğu bariz bir şekilde açık. Bu, iki ayrı dünya insanı ve zıt karakterler aslında çoğu zaman insanın gönlüyle aklının birbirleriyle çelişmesi gibi çelişiyor. Ancak günün sonunda birbirlerinden pek çok şey öğreniyor ve iki çok iyi dost oluyorlar. Bu dostluğu okumak, bir okur olarak beni hem eğlendirdi hem de bana yeni farkındalıklar kazandırdı diyebilirim. Son olarak romanda üç temel karakter analizinin yapıldığı su alıntıyı paylaşmak isterim;

“Belki yanılıyorum ama Zorba, sanırım ki, insanlar üç türlüdür: Kendi deyimleriyle hayatlarını yaşamayı amaç sayanlar, yani yemeyi, öpmeyi, zengin olmayı, onur kazanmayı… Sonra, kendi hayatlarını değil, bütün insanların bir olduğunu anlarlar ve insanları ellerinden geldiği kadar aydınlatmak, sevmek ve onlara iyilik etmek için savaşırlar. Bir de, bütün evrenin hayatını yaşamayı amaç edinenler var; her şey, insanlar, hayvanlar, bitkiler, yıldızlar; hepimiz bir bütünüz; biz hepimiz aynı korkunç savaşın içindekileriz. Hangi savaş mi? Maddeyi ruha dönüştürme savaşı!..”

Yusuf

Yusuf

Bir Mühendis.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »