Okumak ve Yazmak

Kitap okudukça benim için yazmanın zorlaştığını hissediyorum. Sanırım insanın bir konuda bilgisi arttıkça ve daha derin detaylara hakim oldukça o konuyu bilmeyen insanlara anlatması o ölçüde zorlaşıyor. Dahası, anlatmak; onun için bir nevi değersizleşiyor. Daha az bilirken yaptığı anlatımlar onun için bir haz ölçütüyken; daha fazla bildikçe yaptığı anlatımlar sadece gereklilik ölçütü olmaya başlıyor. Belki de bu yüzden az bilenler daha çok konuşuyorlar ve susmak; çoğunlukla bilgeliğin belirteci halini alıyor.

Buna benzer bir şekilde, insan okudukça ve kendi söylemek istediklerinin zaten hali hazırda bir yerlerde yazılmış olduğunu gördükçe, anlatmak tutkusu bu ölçüde azalmaya başlıyor. Okudukça insan ruhu, okuduğu kitaplara, öğrendiği bilgilere göre şekil değiştirmeye başlıyor; daha sessiz, daha dingin bir hal alıyor. İnsan okuduğu kitapların yazarlarına benzemeye başlıyor.  Ve bu benzemenin etkisiyle kendi saf düşünceleri, giderek etkisini kaybediyor. Oysa yazmak; bir devinim içinde, hüzünle yoğrulmuş ve çoğunlukla harlanmış bir ateş kadar sıcak, pervasız ve hırçın bir ruh gerektiriyor. Dingin bir ruhla yazılan şeyler, çoğunlukla dışsal gereksinimden kaynaklı,  arzudan ve sürrealizimden uzak, çok daha duygusuz ama daha gerçek şeylerken; hırçın ve devinim içindeki bir ruhla yazılanlar, çoğunlukla içsel gereksinimden kaynaklı, içinde; dokunanı yakan imgeler ve duygular barındıran yazılar oluyor. Bana kalırsa yazarlar ile düşünürleri birbirinden ayıran en belirgin özellikler, bu iki uç noktanın hangisine daha yakın olduklarına göre şekilleniyor.

Anlamak, eğer bir duyguya yakın olacaksa, o duygu; sanırım hüzün olurdu. Çünkü, hüznü yaratan şey, dramdır. Dram ise aslında hayatımızın ta kendisidir. İnsanı bir şey anlamaya ve anlamlandırmaya iten en gerçek şey, dramdır. Dramı anladığımızda hüzünlü oluruz. Hüzün, ruhumuzu bir devinim içine sokar ve alevlendirir. Fakat anlayışımız, aynı dram hakkında derinleştikçe bu hüzün, yerini yalınlığa; anlatmak ihtiyacı, yerini sessizliğe; alevlenmiş ruh hali, yerini dingin bir ruh haline bırakır.

Ki okumanın bir adı da anlamaktır. Herşeyi anlamak, insan ruhuna o ölçüde durgunluk getiriyor. Bu sessizlik ve dinginlik hali, her ne kadar anlatmak arzusunu azaltsa da, anlamak arzusunu hiç geçirmiyor.  Bir çok düşünür, varoluşumuzu anlayabilmek adına bu içimizde akan ve hiç kurumayan anlamak ırmağının sonunu veya başını bulmak için yollara düştü. Fakat halen kimse oraya ulaşabilmiş değil. Belki de hayatımızın asıl amacı bu yola düşmek ve hiç bir yere varamadan bu yolda ölmektir. Ve belki, bizdeki bu anlamak arzusunun hiç bitmemesi; var olmamızın yegane sebebidir.

Tüm bunlar doğrultusunda; bana göre, anlayış ve bilgi arttıkça ruhun dinginleşip durgunlaşması bir bakıma yaşlanmak ve ölmek anlamına geliyor. Çünkü yaşamak dediğimiz olgu; özünde sevgiyle biçimlenmiş arzudur. Hayatımızın içinden bu sevgiyi ve arzuyu çıkarırsak; yaşamanın hiç bir mantıklı yanı kalmaz. Daha doğrusu yaşam, başlı başına mantıklı bir olgu değildir. Bu yüzden belki fazlaca anlamak ve bilmek, bu açıdan düşününce insana tahmin ettiği gibi güzel, neşeli ve mutlu bir yaşam getirmeyebilir. Tam tersine daha ağır bir hayat getirir. Ve insanı toprağın altında gömülü bir şekilde yaşatır.

Yusuf

Yusuf

Bir Mühendis.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »