Yalnızlığı ikiye ayırmıştım: Biri tek başınalık, diğeri hiçlik. İnsanların dilinde dolaşan yalnızlık, çoğu kez bir hicran, bir varoluş ıstırabıdır. Öyle bir yalnızlık ki, etrafın insan kalabalığıyla dolup taşarken, yüreğin bir başına kalır. O an, bütün sesler kısılır, tüm insanlar uzaklaşır ve sen, kendi varlığının derin uçurumunda yitip gidersin. Hiç bir insan bu çeşit bir yalnızlığı kolay kolay gideremez. Bu, insana kaçmak isteten, içini kemiren bir hiçlik hissidir.
Fakat bir de suskunluğun yalnızlığı vardır. O, boş bir oda gibidir; anlamsız, sessiz, hareketsiz. Belki bu sessizlikte huzur bulursun, belki de alışkanlığın verdiği bir dinginliktir. Ama en azından, içini acıtmaz. Tek başına yaşamanın özgürlüğünü hissedersin. Etrafında insan olmadığı için kendini uzak da hissetmezsin onlara.
Gerçek yalnızlığı duyumsamak için önce insanlarla hakiki bir bağ kurmak gerek. Önce kendi varlığına bir muhatap bulursun. Bir yankı bulursun kendine, bir ayna, bir insan… Ona bakarak var olduğunu hissedersin, nefes alışın bir anlam kazanır. Fakat sonra, o yankı söner, ayna çatlar, O insan gider. İşte o an, o yalancı varlığın birden çöküverir. Yokluk dediğimiz şey, bir şeyin eksilmesi değil midir zaten? Hiç var olmayanın yokluğunu da bilmeyiz ; yokluk, varlığın ardından çöken bir fısıltıdır. içi boş bir çınlamadır.
Ve en keskin yalnızlık, işte bu sessizliğin ortasında, o boşluğun tam kalbinde tek başına kalmaktır. İlk zamanlar, “Buna nasıl tahammül edebilir insan?” diye düşünür, isyan edersin. Ama zaman, en acımasız öğretmendir; insana alışamayacağı hiçbir şey bırakmaz. Yavaş yavaş, o boşlukla yaşamayı öğrenirsin. Belki de en büyük trajedi, bu alışmanın ta kendisidir.
Zaman öğretiyor nihayetinde. Önce biri geliyor, bütün cümleni değiştiriyor. Sonra sessizce çekip gidiyor. Sen ise, eksilmiş kelimelerin arasında bir imlâ hatası gibi kalakalıyorsun. Yaşamak, anlamını yitiriyor. Değdi mi? Hayır. Hafızan silinse bile, o boşluğun tortusu sözlerine sinmiş bir keder olarak kalıyor.
Yalnız kalmak değil mesele, anlamsız kalmak. Belki de geçmişin gölgesine sığınarak, reddettim olmasını. Kendime yazık ettim. Bilmiyorum. Yine de denediğimi sanıyorum. Denedim… Ama olmadı.
Şimdilerde dingin bir yalnızlığım var. Arada sırada, o eski anlamsızlıkların gölgesine rastlıyorum; yokluğun karanlığında savrulmuş o çaresiz benliğime. Fakat artık alışkınım. Bakışlarım değdikçe canımı yakmıyor. Belki de bu yüzden kendimi yalnız hissetmiyorum. Hatta bazen, bir kuş misali hafif, özgür…
Sessizliğin kollarında, tek başınalığın o derin huzurunu duyumsuyorum. Oysa eskiden – ilk zamanlar – sessizlik beni çıldırtırdı. Nasıl başardım bilmiyorum, ama kaygının o kemirgen pençesinden, kaybetme korkusunun o sarmalından sıyrıldım. Ne fazla mutluyum, ne de fazla mutsuz.
Buna aşmak denir mi, emin değilim. Yalnızca artık üzgün değilim. Ama hâlâ hüzünlüyüm.
Hüzünle üzüntü arasında derin bir uçurum vardır. Üzgün insan, değiştirmek ister; içinde bir kıvılcım, bir arzu saklıdır. Hüzünlü insan ise anlamıştır. Kabullenmiştir. Değiştirmeye çabalamaz. Mutluluğu da, mutsuzluğu da tüm çıplaklığıyla görmüştür.
Hüzün, anlamaktan doğar. Üzüntü, istemekten.
Ben artık hiçbir şey istemiyorum. Anladım.
Yalnızca tembelliğimi yenemiyorum – o ayrı.
Sadece bazen yarınlara dair umutluyum demek istediğim oluyor. Fakat daha sonra diyorum ki umutlu olmasam da huzurluyum. Huzuru bir şekilde bulduysan umuda da gerek yokmuş gibi geliyor.
Huzur, öyle derin bir nehir ki… İçinde yüzdükçe, umudun o kırılgan dalgalarına tutunmaya gerek kalmıyor. Belki de huzur bulduğunda, umut fazlalık oluyor.