Yalnızlık terimini anlam bakımından ikiye ayırmıştım. Bunlardan birisi tek başınalık, diğeri ise bir varoluş sancısıdır. Aslında halk arasında çoğunlukla kullandığımız yalnızlık, bir varoluş sancısıdır. Bu çeşit bir yalnızlık, insanın etrafında gördüğü diğer insanlara karşı hissettiği bir uzaklık ve yabancılık hissidir. Yani asıl yalnızlık, kalabalıkta ve insanların içindeyken hissedilir. Böyle bir his, insana kendi varoluşunu sorgulatır, ıstırap verir. Kaçmak ve kurtulmak hissiyatı oluşturur. Fakat, tek başına olmak, hiç bir anlamı olmayan büyük bir sessizlikten ibarettir. İnsan, belki o sessizlikte huzuru dahi bulabilir. Belki de bir çeşit alışılmışlıktır. Fakat, en azından insana üzüntü ve ıstırap vermez.
Bence gerçek yalnızlığı hissetmek için önce diğer insanlarla gerçek ilişkilere sahip olmak gerek. İnsan önce, kendi varlığına bir muhatap buluyor. Kendini gerçekten varmış gibi hissediyor. Daha sonra, bu yalancı ve bağımlı varoluş, muhatap olan o insanın veya insanların gitmesiyle yerini birden büyük boşluklara, yokluklara bırakıyor. Yokluk denilen şey, varlığın yerini boşluğa bırakmasıdır. Yani bence hiç varolmayan bir şeyin yokluğu da olmaz. Bu yüzden yokluk dediğimiz şey, insana acı veren bir şeydir. Yalnızlığın en yoğun hali, işte o yokluğun içinde tek başına kalmaktır. İlk başlarda bu kadar ıstırap veren bir şeye insan nasıl alışabilir diye düşünmüş, buna alışmayı reddetmiştim. Fakat gerçekten de insanın alışamayacağı hiç bir şey yokmuş.
Zamanla anlıyorsun. Önce bir kadın geliyor, değiştiriyor tüm cümleyi. Sonra, çekip gidiyor. Sense, sözcükleri eksilmiş bir cümlenin imla hatası gibi anlamsız kalıyorsun. Yaşamak, anlamsız kalıyor. Değiyor mu peki? Hayır. Hiç bir şeyi hatırlamasan bile o anlamsızlığı bir türlü gideremiyorsun sözcüklerinden. Tek başına olmuyor, anlamsız. Belki de ben istememişimdir. Yazık etmişimdir. Ne bileyim. Fakat yine de denediğimi düşünüyorum. Denedim ama olmadı.
Şimdilerde huzurlu bir tek başınalığım var. Tabi yine zaman zaman görüyorum o anlamsızlıkları, o yokluğun içindeki çaresiz beni. Fakat, alışmış hissediyorum. Artık her baktığımda acıtmıyor. Bu yüzden, yalnız hissetmiyorum kendimi. Hatta kimi zaman özgür hissediyorum. Zaman zaman tek başıma olmanın sessiz huzurunu hissediyorum. Oysa eskiden, yani ilk zamanlar, sessizlik beni çıldırtırdı. Nasıl yaptım bilmiyorum ama kaygıdan ve kaybetme duygusundan sıyrılmış hissediyorum. Ne çok mutlu ne de çok mutsuzum.
Buna aşmak mı denir bilmem ama üzgün değilim artık. Lakin, hala hüzünlüyüm. Hüzünlü olmak ile üzgün olmak arasında ciddi bir fark vardır. Üzgün insan, bir şeyleri değiştirebilmek ister. İçinde halen biraz da olsa arzu vardır. Fakat hüzünlü insan, anlamış ve kabul etmiş insandır. Bir şeyi değiştirmek istemez. Mutluluğu da mutsuzluğu da tümüyle anlamıştır. Yani hüzün, anlamaktan, üzüntü, istemekten ileri gelir. Bir şey istemiyorum. Anladım artık. Fakat, tembelliğimi de yenemiyorum orası ayrı.
Sadece bazen yarınlara dair umutluyum demek istediğim oluyor. Fakat daha sonra diyorum ki umutlu olmasam da huzurluyum. Huzuru bir şekilde bulduysan umuda da gerek yokmuş gibi geliyor.