Çay ve yalnızlık arasında neden bu denli bir irtibat olduğunu düşündüm bu gün. Çünkü her nedense çay dendiğinde kıpırdıyor hemen içimdeki yalnızlık. Sanırım bunun asıl sebebi, çayın çoğunlukla sohbet eşliğinde içilmesi ile ilgili. Hoş, aynısı kahvede de var. Yalnız başıma çay içerken birilerinin yanımda olmadığını, konuşup kendimi anlatamadığımı daha net kavrıyorum da ondan bu denli mahsun oluyorum çay dendiğinde. Oysa çayı demlerken hiç öyle olmuyor. Belli belirsiz bir heyecan, yapmacık bir mutluluk kaplıyor içimi. Çünkü, gönlümün derinliklerinde bir yerde hala saf kalabilmiş bir Yusuf, çayla beraber bir sohbet, birliktelik olacağını sanıyor herhalde. Fakat çay demlenip ilk bardağı alınca birden kayboluyor içimde çay demlerken belirmiş o seraptan bozma şeyler. Sonrası ise… biliyorsunuz işte, huzursuz bir sessizlik. İnsan ne garip değil mi? Hep huzuru sessizlikte arıyorsunuz. Onu bulunca da o sessizlik oluyor sizin huzursuzluğunuz. Ne insanlarla yapabiliyorsunuz, ne de insanlarsız. “Ne istiyorum ben?” diye çokça sorduğum oluyor kendime bu yüzden. Gerçekten bilmiyor muyum ne istediğimi? Yoksa hayata karşı bu denli büyük vurdumduymazlığımın sebebi, içimde en küçük olanına kadar bir bir kırılmış olan heveslerim mi? İnsan bu heveslerini yeniden isteyebilir mi? Oysa zaten isteğin kaynağı hevestir. Hevesiniz kalmadıysa artık hayattan ne isteyebilirsiniz ki?
Aslında insan, yolda olmayı seviyor yaşarken, yolun sonuna varmayı değil. Bu yüzden nankörüz. Bu yüzden, hayatımda her zaman sonuçlardan ziyade olayların arka plandaki hikayesi ve manası ilgimi çekmiştir. Hatta bazıları beni öylesine büyüler ve hayal dünyamı öylesine süsler ki; sonuç, umrumda bile olmaz. Günlerce kafamın içinde yaşar, kurduğum hayallerle, düşüncelerle sanki bir meşale gibi yanıp tutuşurum. Böylelikle aydınlandığımı ve etrafı aydınlattığımı zannederim. Kendimi üstün ve bilgili görmeye başlar, diğer insanları kendi içimde küçümsemeye başlarım. Çünkü, kafamda herkesi istediğim gibi oynatıp istediğim kılık ve karaktere sokabilirim. Bu hayal ve düşünceler, bana heveslerimden öte haz ve heyecan verir. İşte bu yüzden, hayatım boyunca hayal dünyamı süsleyen herhangi bir fikrin neferi oldum hep. Yollara düşüp nefesim kesilene, tükenmişi tüketene dek koşarken sona varmak aklımın ucundan bile geçmezdi. Hep bir sona varsam da bir yenisi gelirdi zaten. Fakat şu an başka. Benim şu anki durumum yolda olmak veya yolun sonuna varmak gibi değil, daha çok yolda saplanıp kalmak gibi. Kupkuru ayazda beklemek gibi. Ve kupkuru ayazda donarken nasıl donmaktan kurtulmayı umarsa insan, ben de öyle umuyorum gamlarımdan, günahlarımdan kurtulmayı. Donarken insan nasıl ve ne kadar ağlayabilirse, ben de ancak okadar ağlayabiliyorum. Ve donarken insan, ne kadar hevesli olabilirse ben de o kadar hevesli olabiliyorum.
İdrakin biricik kaynağı ıstıraptır, öyle değil mi? Oysa ben, ıstırap mı çekiyorum? Hayır, ben sadece, eksik yaşıyorum. Bu nasıl bir eksiklik biliyor musunuz? Hani yalnız kimlikle alınan bir yere davetlisinizdir, fakat yoldayken ucu ucuna yetişeceğinizi düşünürken bir bakarsınız kimliğinizi geri dönülemeyecek bir yerde unutmuşsunuz. Ne geri dönebilirsiniz, ne de davete gidebilirsiniz. Öylece kalakalırsınız çelişik duygular içinde. İşte ben de sanki bana ait bir şeyleri geçmişte unutmuşum gibi geleceğe gitmenin onlarsız bir öneminin kalmadığının idrakinde zamanın içine sıkışmış, başımı kollarımın arasına almış bir şekilde öylece bir çare düşünüyorum. Fakat, heyhat; düşünmek ne çare… Ben sadece bir mucize bekliyorum. Bana ait o şeyleri, biri her an bana getirecek ve elimden tutup beni geleceğe taşıyacakmış gibi bir beklentiyle yaşıyorum. Her gün dilimde bu türküyle uyanıp, bu beklentiyle demlediğim çayımın dumanını çekiyorum içime. Bunu umut etmek, başta bahsettiğim gibi bir çayı demlerken birlikteliğin ve sohbetin de çayla beraber geleceğini sanmak kadar belli belirsiz bir serap içimde. Ah bu çay… Sen nasıl bir içeceksen bendeki anlamın bu yüzden hep yalnızlıkla, umutla, mucizeyle irtibatlı olacak.