“Ben neşeyi, mutluluğu ve gülmeyi severim. Bu yüzden de genellikle neşeli ve pozitifimdir.” dedi kadın. Sesinin titrekliği ve gür çıkmasından heyecanlı olduğu anlaşılıyordu. Bardaktan bir yudum daha alıp heyecandan kurumuş ağzını ıslattı ve devam etti; “Bence, insan hep mutlu olmayı ve gülmeyi bilmeli. Hayatta neredeyse her şeyimiz varken neden mutsuz olalım ki? Bunlara şükretmek gerek. Güzel düşünürsek her şey güzel olacaktır. Buna inanıyorum. Öyle değil mi ama?”
Mutluluk ve neşeyi kim sevmez ki; diye geçirdi adam içinden. Fakat neşe ve mutluluğu andıran anılarının bile içinde bir miktar hüzün olduğunu fark etti. Oysa kadını haklı bulmuştu. Bu yüzden içinde tarihi geçmiş bakkal ürünleri gibi birikmiş hüzünlerinden utandı. Bu zamana kadar kendisini hep mutluluğun sürekli olamayacağı konusunda avutmuştu. Fakat artık bu avuntudan sıkıldığını fark etti. Kadının söylediği umut ve heyecan dolu sözcüklere karşı kendi avuntularını söylemenin bayağılıktan öte gidemeyeceğini anlamıştı.
“Neşeli biri olmanız ve böyle düşünmeniz ne güzel.” diye karşılık verdi adam. Güzel anları karamsar cümlelerle çalan mahcup bir hırsız gibi kafasını eğdi ve devam etti; “Aslında ben de sizin gibi neşeli biriyimdir. Şey… Yani… öyleydim.” Kafasına üşüşen avuntu düşünceleri yine kısa bir müddet konuşmasını engelledi. Adam, mutsuz değildi. Lakin, mutlu ve neşeli de değildi. Öyle olmasa da kendisini mutlu bir adam olarak mı tanıtmalıydı, yoksa kadının bu öğüt dolu ve heyecan verici konuşmasının oluşturduğu güzel atmosferi oyun bozan bir çocuk gibi bozmayı göze alarak gerçekleri mi söylemeliydi? Evet, mutluluk sürekli olamazdı. Mutsuzluk da öyle. Peki ya ikisinin de olmaması durumu sürekli olabilir miydi?
1.
Kafasını karıştıran düşüncelerin yüzüne yansımaya başladığını ve bunu daha fazla belli etmeden konuşmaya devam etmesi gerektiğini fark etti ve devam etti. ” Ama, seni temin ederim ki pozitif bir insanımdır. Sanırım, hayatımın son yıllarında biraz daha fazla düşünmeye başladım sadece. İnsan, düşünmeye başladığında diğer insanlara ve dünyaya karşı hayata dair söylemek istedikleri çoğalıyor. Fakat bunları söyleyemediğinde, kelimeler insanın içinde öbek öbek birikmeye başlıyorlar. Bu birikimler ise insanı zaman zaman melankolik yapıyor sanırım. Fakat , dediğiniz gibi insan güzel düşünmeli. Belki bu şekilde mutlu olabilir.”
Hava kararmaya, şehir ışıkları uzaktan göz kırpmaya başlamıştı. Akşamın bir eve elinde poşetlerle gelen bir baba gibi gelişinin kimisine telaş, kimisine hüzün, kimisine heyecan getirdiği etraftaki insanların yüzlerinden okunuyordu. Kalabalıklar içinde kimseden habersiz bir karamsarlık ve iyimserlik savaşı veriliyordu sanki. Gökyüzündeki kırmızıdan laciverte çalan ton geçişi bu savaşı sembolize eden bir resim gibi sergileniyordu. Kafenin duvarlarındaki kasvetli tablolar böylesine sıradan bir günde böylesine sıradan iki yabancı insanın bu savaşı vermesini karşılamak için çizilmiştiler sanki.
Kadının içindeki heyecan , adamın yüzündeki çelişkiyle bastırılmış ve durağanlaşmıştı. İnsanın herkesi kendi gibi sanarak kendi çaresizliklerini başkalarına empoze etmesi ne itici diye geçirdi içinden kadın. Zira adamın sözlerinden ve gözlerindeki ışıksızlıktan umutsuzluk sezmişti. Umut, insanı hayatta tutan tek şeyken umutsuz kalmak hem ne kötü hem de ne acı şeydi. Kadın, sessiz ve mutsuz insanlardan haz etmezdi. Mız mız insanlar olarak değerlendirirdi bu tarz insanları. Fakat, bu adamı ne aklındaki modele uydurabilmiş ne de tam anlayabilmişti. Sormak istediği soruları sormak yerine kendinden bahsetmeyi tercih etti.
2.
“Ben gezmeyi çok severim. Arkadaşlarımla ve ailemle akşamları yürüyüşlere çıkarım. Onlarla vakit geçirirken çok eğlenirim ve neşe kaynağı hep ben olurum. Boş kalsam da kendime hemencecik bir meşguliyet bulurum ve o işte başarılı olurum. İnsan, boş kalmamalı zaten, kendisine hep yeni amaçlar edinmeli. Kendini sürekli geliştirmeli. Çalışkanlık, azim ve gelişimle başarı muhakkak gelecektir değil mi?”
Kafenin içinde dağılan iştah açıcı kahve kokusu ve kalabalığın oluşturduğu gürültü etraftaki kimsenin umurunda değildi. Etraftaki herkes, kendini anlatmak ve anlaşılmak peşindeydi aslında. İçini anlatmak heyecanı kaplayan insanlar, arada birbiriyle göz göze geliyor fakat kendilerinden başka kimseyi fark etmiyorlardı.
Adam, düşünmenin bir iş olup olmadığını düşündü önce. Sonra kafasındaki darmadağınık kalabalığın içinden kurtulup kendi işinin ne olduğunu anımsamaya çalıştı. En azından bir işi vardı. Evet iş… Toplumdaki statüyü ve insanı maddi olarak belirleyen yegane kaynak. Adam, işinde gücünde kafası net ve her şeyi kendi içinde bitirmiş insanlara özenirdi. Fakat aynı zamanda onları istemsizce küçümserdi. Boş kalmamak ve ölene dek meşgul olmak mıydı tüm amaç? Sonlu bir zaman boyutunun küçücük bir diliminde yaşayıp ölen bir insanın bu çabaları ne kadar da ufak ve değersizdi. Dostluklar, arkadaşlıklar ne kadar geçici ve ne kadar kısaydı. Mutluluklar ne kadar az, hüzün ve mutsuzluklar ne kadar fazlaydı. Bilinmeyen sonsuz sebep ve sonuçların kalabalığında bir hedef için çabalamak, bilinçsiz bir davranış gibi geliyordu adam için. Adam bu düşüncelerle kendisini birden bir varoluş sancısının ortasında buluverdi. Fakat bu sancının hiç de sırası değildi. Zira, kadının beklediği cevabın ana temasını biliyordu. Fakat şu an hiç de içinden öyle bir cevap vermek gelmiyordu. Neden istediği gibi cevap vermekten korkuyordu ki? Aslında gezmek herkesin sevdiği ve bu konuda hem fikir olduğu bir konuydu. Buradan ilerlemeyi düşündü. Fakat yıllardır hiç gezmemişti ve nedense içinde hep adını bir türlü koyamadığı, onu gezmekten alıkoyan, onun bu özgür tarafını prangalayan bir şeyler vardı. Sanki adam, kendi içine hapsolmuştu. Vücudunun bir yerlere gitmesinin hiç bir şeyi değiştirmeyeceğini düşünüyordu. Yüzü, öğretmenine derdini anlatmaya çalışan haylaz bir çocuğun yüzü gibi düştü. Kendi içinde, telaşla döndü dolaştı ve güzel bir şeye ait bir bahane bulmaya çalıştı. Fakat bulamadı. Kendi içinde güzel hiç bir şey bulamadığına kızmıştı adam. Hep kendine kızardı zaten.
3.
Evet, dedi adam. Gezmek ne güzel şeydir. İnsanın faal olması da onu zinde tutar ve iyi hissettirir. Fakat, çalışmadan para kazanmayı da kim istemez ki? Ben de çok çalışkan biriydim. Allah bana bu günleri ve şu anda yaptığım mesleği nasip etti.
Kadın, kendini duygularını gizleyen ufak bir gülmeye vererek;
– Biriydim derken, şu an öyle değil misiniz yani? diye karıştı.
-Hayır şuanda öyle değilim. Çünkü artık neden diye soruyorum kendime. Eskiden böyle bir soruyu kendime hiç sormazdım. Bu yüzden de eyleme geçmek benim için hep daha kolay olurdu. Fakat şimdi daha iyi anlıyorum. Bizler sarhoş olmuşuz, düşünmeyi unutmuşuz sadece. Bu dünyanın içinde bizi sarhoş eden bir şeyler var ve ben o şeye alerji oldum galiba bu aralar. Bu yüzden insanların ömrü boyunca başarı olarak addettiği ufak ama kendilerine göre yüksek tepeciklere çıkmaya çalışmaları ve oradan gövde gösterileri yapmaları bana gülünç geliyor. Daha fazla para kazanmak , daha iyi kariyer yapmak, daha kaliteli yaşamak için yapılan bunca fedakarlığın beni cezbeden bir tarafının olmadığını düşünüyorum. Bu nasıl bir şey biliyor musunuz? Bir oyunu çok fazla kez oynayıp bu oyunda yapılabilecek her şeyi yapmış yapılamayacakların da farkına varmış birinin artık oynamaktan zevk alamaması, oynamaya gerek duymaması gibi. Bu oyunu aklı ermeyen çocuklarla oynamaya çalışması gibi…
Adamın gözleri anlaşılabilmek uğruna büyümüş sesinin tonu yükselmişti. Birden, içinde verdiği savaşın kendi dışına taştığını fark etti. Kendi fevriliğinin pişmanlığıyla sakinleşip sesini suçlu edasıyla kısarak arkasına yaslandı. Etraftaki kalabalığın gürültüsü, bu iki yabancının kulaklarında kaybolmuş, sanki tavandaki ışık sadece iki yüzü aydınlatıyor gibiydi.
Hem acınası olup hem de başarılı insanları küçük görmek nasıl bir yoksunluktur diye düşündü kadın. Hayata bu şekilde bakarak nasıl yaşanabilirdi? İnsanların amaçları olmasının nesi kötüydü? Ne olsundu, bir ruh emici gibi insanların ruhunu emerek karamsarlık içinde ölmek miydi yaşamaktaki amaç? Anın tadını çıkarmanın nesi zor ve kötüydü?
4.
Kadının gözlerindeki ışık, birden ciddiyete büründü ve “Bence bu kadar karamsar olmamalısınız” dedi; ciddi bir ses tonuyla. İnsanlar tepeciklere çıkarak mutlu oluyorlarsa belki siz de bunu deneyerek mutlu olabilirsiniz. Başaramazsanız da ne çıkar. İlla başarmak zorunda da değilsiniz. Hayatı bu kadar ciddiye almayarak sadece kendinize kötülük yapıyorsunuz. Bu size hiç bir şey kazandırmaz. Sadece mutlu olmayı deneyin. Bence siz, mutlu olmak istemiyorsunuz. Fakat başka insanların mutluluğunu kıskanıyorsunuz. Her ne iş yapıyorsak yapalım hayata karşı ciddiyete ihtiyacımız var.
Ciddiyet, dedi adam araya girerek. Ciddiyet, kendine saygısı olan insanların işidir. Oysa insanın anlayışı ne kadar artarsa kendine olan saygısı da o denli azalır. Bense kendime saygı duyamıyorum hanımefendi. Haklısınız. Fakat bu, anlayışımın daha derin olmasından kaynaklanıyor. Ölümün olduğu ve kısacık bir zaman diliminde yaşanılan bu yerde bunları bilerek ve düşünerek nasıl ciddi kalabilirsiniz? Kendi hiçliğinizi görerek kendinize nasıl saygı duyabilirsiniz? Aslında insanları mutlu yapan şey; iş, güç, amaç ve para değil; düşünmemektir. İnsan ancak çok düşünmediğinde kafası net olur ve ne yapacağını bilerek hedefine doğru koşabilir. İnanın bana bu tarz yaşamaya en çok ben özeniyorum. Fakat bunları bilen ve düşünen bir insan , artık tekrar eskisi gibi olabilir mi? Bu, bir kara canlısının suda yaşamaya çalışmasına benzer artık.
Kalabalığın gürültüsü içinde sessizlik oldu bir an, bu iki yabancı arasında. Kadın, hiç hoşuna gitmese de adamın bilgeliğini içte içe kabul etmeye başlamıştı. Fakat bu karamsarlığa tahammül edemiyordu. Bunun öğrenilmiş bir çaresizlik olduğunu düşünüyordu. Bir çeşit miskinlik, tembellik ve avarelikti bu, kadın için.
5.
Madem ömrümüzü bu kadar değersiz görüyorsunuz. O halde ömrünüzü başka insanlara, topluma veya yüce gördüğünüz bir şeylere adayarak belki daha değerli kılabilirsiniz diye atıldı kadın, kendinden emin bir ses tonuyla. Bu şekilde eyleme geçebilir, belki hem bu olumsuz düşüncelerden kurtulur hem de insanlara faydalı olmuş olursunuz. Ne dersiniz?
Adam, sanki gönlü alınmaya çalışılan bir çocuk gibi mahzun bir bakışla dışarıda yanan sokak lambalarına baktı. Karanlığı bıçak gibi kesen ışık huzmelerinin etrafta uçuşan toz ve zerreleri parlatması gibi, kadının söyledikleri adamın gönlünde toz taneleri kadar parçalanıp kırılmış hayallerini parlatıyordu. Adam bir süre dalıp gitti o toz tanelerine bakarak. Kırılmış ve dağılmış onca şeyi toparlayarak bunları anlatabilecek kelimeler bulabilir miyim diye düşündü. Tüm bu kırılmışlıklara ve kötümser duygulara rağmen kadının bu önerisine karşılık bir türlü kendine hak veremedi. Kendi haksızlığını savunmaya niyeti yoktu. Ama, diğer taraftan buna gönlünü razı edemiyordu.
Şu ışığı görüyor musunuz? dedi adam sokak lambasına işaret ederek. İşte insanlar bir lamba gibi ışıldarlar hayatlarında. Bazılarının ışıkları, o kadar kuvvetlidir ki kuvveti nispetinde etrafı aydınlatır. Bazlarının ışıkları sadece kendisine yeter. Bazı insanlar ise ışıksızdırlar. Ezilmiş, kırılmış ve çaresiz kalmışlardır. İnsan , ışıksız kaldığında yapabileceği tek mantıklı şey, korkmaktır. Karanlıkta kalan bir insan, tutunacak bir dal , sırtını yaslayacak bir kaya arar. Aramak, onun tek amacıdır artık. Fakat bu arayış hiç bir zaman bu dünyada son bulmaz. Kim bilir belki de aradığımız şey bu dünyada değildir. Ömrünü bu arayışta geçiren ışıksız bir insan, nasıl olur da başkalarını aydınlatabilir ve hangi hakla başkaları için yaşayabilir; söyleyin bana.
6.
Kafedeki çalışanların isteksiz ve bezgin yüzleri kadar gerçekti adamın anlattıkları. Aynı zamanda kafedeki umarsız kalabalık kadar bunaltıcı ve sıkıcıydı kadın için. Kadın, adamın gerçekçi ve bir o kadar umutsuz tarafına bir türlü ısınamadı. Fakat yine de insanı bu denli umutsuzluğa sürükleyen şeyin ne olabileceğini düşündü. İnsan isterse her şeyi başarırdı. Daha hiç bir şey yapmadan ve yola çıkmadan neden bu kadar karamsar olurdu ki insan? Hem bu kadar karamsar olup hem de yaşamaya çalışmanın ne mantığı vardı?
Kusura bakmayın ama sizin hiç bir şeye inancınız kalmamış, dedi kadın. Sıkılmış olduğu, özensiz konuşmasından belliydi. Eğer yapacağınız şeye inanmazsanız tabi ki onu yapamazsınız. Hiç bir şey yapmadan kendi köşenizde ölüp gitmek mi istiyorsunuz? Öyleyse sizin bileceğiniz iş. Lakin , hayal edip hayallerinin peşinden koşanlar için hayat her zaman güzeldir.
Son baharın pastel renkleri bürümüştü dışarıyı. Ağaçların dallarından ölümü hatırlatırcasına dökülen yapraklar , insanın kalbinden hüzün meltemleri koparıyordu. Yorgun bir bekçi , ağır ağır süpürüyordu yerdeki sarı yaprakları. Gök yüzünde beliren parlak çoban yıldızı , bir umut ışığı gibi doluyordu insanın içine gözlerinden. Fakat bir tek adama tesir edemiyordu bu umut ışığı. Bir tek adamın karanlıklarını aydınlatamıyordu. Adama yapışıp kalmış bu şey, her neyse sadece karanlıktan ibaret olamazdı. Sonsuza dek durmadan kanayacak bir yara gibi kaplamıştı adamın tüm benliğini. Çekip çıkarılamayan bir ok gibi saplanmıştı adamın ruhuna.
7.
Son bir gayretle geçmişini içinde ulu orta döküp arasından kaybolan inancını aradı adam. Fakat acı gerçekler , pişmanlıklar , hayal kırıklıkları ve yarım kalan heveslerden başka bir şey göremedi. Tüm bunlar daha gerçekçi ve karamsar olmayı öğretmişti adama. İyimser olmayı tekrar öğrenebilir miydi? Bastırıla bastırıla yazılmış bu defter, baştan silinip yazılabilir miydi? Hiç sanmadı adam. Vazgeçti mutlu olmaktan.
Hevesler dedi adam , sanki bizleri bir yerden diğerine sürükleyen hayatımızın zeminindeki eğimler gibidir. İnsan o eğime kapılıp bir kaydırakta kayar gibi kayıp dururken bir çocuk gibi eğlenir hayatında. İnsan dedi adam. Hiç büyümez aslında. Hep çocuk kalır. Heveslerimiz, şu hayattaki tek oyuncağımızdır. İnsanın hevesleri bir kaydıraksa inançları, o kaydırağı daha yüksek yapar sadece. İşte hanımefendi, benim hayatımın zemini o kadar düz ve o kadar heveslerden yoksun ki, inançlarımın bir fayda sağlaması söz konusu olamaz.
Derken kafenin dışarıya bakan kapısı takım elbiseli bir adam tarafından açıldı. İçeriye giren kişi, karamsar adamın iş yerinden arkadaşı; Candı. İnsanın içine işleyen soğuk bir son bahar rüzgarı esti açılan kapıdan içeriye. Can, içeriyi tanıdık birini arayan gözlerle süzdü önce. Fakat herhangi bir tanıdık görememiş olacaktı ki çekimser bir tavırla bir kahve almak için baristaların olduğu bölüme doğru yöneldi. Halinde işten yeni çıkmış olmanın verdiği ufak bir özgürlük tavrı vardı. Can, iş yerinde neşeli, konuşkan ve çalışkan biriydi. İnsanlarla uzun uzun konuşmayı ve kendini anlatmayı severdi. Özellikle konuyu bir şekilde başarılara getirip buralardan insanlara ders gibi öğüt dolu konuşmalar yapmak hoşuna giderdi. Bu yüzden, her girdiği yerde önce tanıdık bir sima arardı. Neşeli ve sevecen biri olması onun bir çok arkadaşının ve tanıdığının olmasında önemli rol oynadı. Can, kahve almaya doğru yürürken iş arkadaşı Kaan’ın pencerenin kenarında tek başına oturuyor olduğunu fark etti. Buna mutlu olmuştu. Konuşacak ve kahve içerken vakit harcayacak birini bulmuştu. Fakat bu kişinin Kaan olması onu pek de heveslendirmemişti. Yine de hiç yoktan iyidir diye düşünerek kahvesini alıp yanına giderek ona bir sürpriz yapmaya karar verdi.
8.
Kaan, içine kapanık ve sessiz biriydi. Böyle oluşu, etrafındaki insanlar tarafından gizemli biri gibi görünmesine sebep oluyordu. Onunla konuşmak, oldukça zor olsa da konuştuğu zamanlar insanın kafasını karıştıran bir takım çelişkili şeyler söylerdi. İnsanlar genellikle Kaan’ın böyle konuştuğu durumlarda onun geçmişinden kalan duygusal bir yarası olduğunu düşünürdü. Gizemli görünmesi insanların hoşuna gitse de karamsar ve bilge tavırları kimsenin pek hoşuna gitmezdi. Fakat, yine de iş yerindeki arkadaşları tarafından sevilirdi. Kimseyi kolayca kırabilen bir karakteri olmamasına karşın insanları kolayca bunaltabilirdi. Bu yüzden pek arkadaşı yoktu. Arkadaş aradığını düşündüren bir tavrı da yoktu.
Can, kahvesini baristalardan alırken her zamanki gibi şaka ve espriler yapmaya çalıştı. Fakat baristaların bezgin yüzlerinden anlaşıldığına göre bu espri ve şakalar, onların pek umurunda değildi. Can yine de neşesinden bir şey kaybetmeyerek kafenin içindeki kalabalık gürültüyü yara yara Kaan’a doğru yürüdü ve masadaki karşı sandalyeyi çekerek Kaan’ın karşısına oturdu.
“Selam Kaan. Nasılsın? Seni buralarda pek göremezdik. Hangi rüzgar attı seni buraya? Ne yapıyorsun burada? ” diye peş peşe sorduğu sorularla Kaan’ı konuşmaya ikna etmeye çalışıyor gibiydi, Can. Kaan’ın kahvesinden yükselen dumanlar onun yeni gelmiş olduğunu gösteriyordu. Tek başına oturmak için güzel yer seçmişti. Zira, oturduğu yer; kafenin etrafını gören en güzel köşe olabilirdi.
9.
“Selam, Can. ” dedi Kaan. Tüm alışıla gelmiş soruların birincisi olan “Nasılsın ?” sorusunu, yine alışıla gelmiş bir cevap olan “İyiyim. Teşekkürler. ” şeklinde cevaplamakla yetineceğim. Oysa, içinde bulunduğumuz her hali, tek kelimeyle betimleyebilecek mucizevi bir söz olmasını isterdim. Burada ne yaptığıma gelecek olursak, sen gelmeden az evvel önce içimde birer karaktere bürünmüş kıyasıya süren yüz yıl savaşları gibi uzun, nihayetsiz ve yıpratıcı bir karamsarlık ve iyimserlik savaşına şahitlik ediyordum. İçimde cereyan eden bu sonucu olmayan savaşa hakemlik yapmaya çalışıyordum. Fakat tüm bunların senin için bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Bu sebeple ne yaptığımı boş versek daha iyi olur.
Alaycı bir tavırla güldü Can. “Kendinle ne derdin var senin Kaan? ” dedi. Kendini beş dakikalığına serbest bırakamaz mısın? Anın tadını çıkarmaya odaklanmak, çok mu zor? Neyse, anlat bakalım peki nasıl gidiyor içindeki bahsi geçen bu savaş? Son durum nedir?
“Son durum diye bir şey yok. ” dedi Kaan. Bu savaş, o kadar geniş zamanda gerçekleşen bir savaş ki bunun başı ve sonu yok. Bu bir varoluş savaşı ve sanırım var olduğum sürece devam edecek. Bu savaşı her insan öyle ya da böyle verir. Ama sadece bazı insanlar yeterince üzerinde dururlar. Evet, benim kendimle bir varoluş derdim var. Kendime bir düşünce borcum var. Tuhaftır ki bu borcun illa bir anlamı olması gerekmiyor. İnsanın kendiyle bir derdi yoksa herkesle ve her şeyle bir derdi var demektir. Söylesene peki ya senin derdin kiminle? Bu var olmanın ıstırabından seni ne kurtarıyor?
10.
Hava iyiden iyiye kararmış, geriye insanlarda bir telaş bırakmıştı. Can, Kaan ile pek anlaşamadığının ve anlaşamayacağının farkına varmıştı. Kaan’ın soruları pek anlamsız ve manasızdı Can için. Bu yüzden sorulara bu mahiyette cevaplar vererek geçiştirdi. İnsanın dünyada her zaman bir çıkarının olduğunu ve onun peşinden koştuğundan bahsetti. Sonra, her zamanki gibi konuyu hayata dair başarılara ve nihayet kendi başarılarına getirerek konuşma amacına da ulaşmıştı.
Şehir tamamen karanlığa teslim olmuş, bir gün daha sona ermişti. Fark edilmeksizin hayattan teker teker kopan insanlar gibi kafeden eksilen kalabalık, yerini hissedilir bir tenhalığa bırakmıştı. Geriye kalan yorgun insanlar, işlerini bir an önce bitirip gitmeyi umarcasına çalışıyorlardı.
Her gün gibi geçen bu günden de umutlar kesilmiş, yeni gelecek güne atfedilmişti. Kim bilir belki, yarın başımıza gelecek küçük bir olay bizi hayatta zirvelere taşıyacak, belki de diplere sürükleyecekti. Hayatın en diplerinde sürekli hakaret ve aşağılanmalara maruz kalanlar veya en zirvelerde buyruklar ve emirler savuranlar, sürekli kendisi için çalışan hırslı insanlar ve her şeyi boş vermiş tembelliği seçmiş insanlar, çıkarlara ve kazanmaya inananlar ve bu dünyadan vazgeçmiş olanlar…. Hangisi birbirinden farklı? Bir şeyleri hak etmek için illa doğru mu yapmak gerekiyor? Yoksa doğru olmak çoğu zaman insanın başına bela mı açıyor? Başımıza gelen olayların ne olduğu mu yoksa bizim kim olduğumuz mu önemli? Buna bir karar vermemiz gerekmez mi?
Son