“Bir İdam Mahkumunun Son Günü”

Paris’te meşhur bir meydan var; adına Greve Meydanı deniyor. Bu meydanda, idam cezasına çarptırılmış mahkumlar halkın önünde giyotinle idam ediliyordu. Özellikle Fransız İhtilalinden sonra Fransa’daki siyasi istikrarsızlık, belli bir süre devam etti. Bu süre boyunca siyasi otoritenin sürekli el değiştirmesi, beraberinde idam edilen düzinelerce siyasi suçlu getirmişti. Bu suçluların neredeyse hepsi Greve Meydanı’nda halkın sloganları ve nefret söylemleri eşliğinde idam edildiler. Victor Hugo, 1829 ‘da Greve Meydanı’nda tanık olduğu bir idamın, onda hissettirdiklerinden ilham alarak “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” adlı kitabı yazdı. Yazar, kitapta; temel olarak bir idam mahkumunun idam edileceği süre zarfında yaşadığı duygusal ve psikolojik durumu çarpıcı bir şekilde resmediyor. Dram içerikli bu duygusal resimden gerçekten etkilendiğimi söyleyebilirim. Aslında, kitapta durumun dram boyutundan ziyade o zamanki toplumun düşünce ve siyasi yapısına karşı ciddi eleştiriler de var. Buna benzer eleştirilerin sonraki yıllarda Avrupa’daki idam cezasının kaldırılmasında etkili olduğunu söyleyebiliriz.


Victor Hugo gibi kalemi güçlü insanlar, yazdıklarıyla toplumun adalet konusunda aydınlanmasında etkili oldular. Yazarlar ve düşünürler, dönemin insanlarına yaptıklarının ne derece vahşi ve hakkaniyetten yoksun olduğunu gösterdiler. Toplum, belli bir süre sonra bu bilince ulaşınca yargı sistemi de ona göre şekillendi ve idam kaldırıldı. Tabi ki bir topluma uygulanan gerekli kanun ve yasalar, aynı adalet işlevini başka toplumlarda gösteremeyebilir. Çünkü adalet, tamamen yargı mercilerinin sağlayabileceği bir şey değil, diye düşünüyorum. Bu durum, aynı zamanda toplumun vicdanı ve düşüncelerindeki adalet anlayışı ile ilgili. Toplumdaki adaletsizliği besleyen temel unsur, cehalettir. Ve cehalet, nasıl ki toplumun aydınlanması ile yenilebilirse, toplumdaki adaletsizliğin yenilebilmesi de buna bağlıdır.


Victor Hugo, suçun toplumdaki bir hastalık gibi değerlendirilmesi gerektiğini ve bu hastalığın şefkat gibi kapsayıcı duygularla tedavi edilmesinin elzem olduğunu savunuyor. Kitabını bitirirken, idam mahkumunun şu son cümlelerine yer veriyor; “Ah! Sırtlan çığlıkları atan iğrenç halk! Ah! Sefiller! Ah! Merhamet! Sadece birkaç dakika daha. Affımı beklemek için!”. Aslında yazar, bu cümlelerle, nefret çığlıkları atan toplumun mu yoksa ölmek üzere olan mahkumunun mu suçlu olduğunu düşünmemizi sağlıyor. Kendinizi Greve Meydanı’nda o idamı izlerken hayal edin. Etraftaki insanlar, nefret söylemiyle bağırıyorlar; “Öldürün o katili! Boynunu vurun! Bir dakika daha yaşamasına izin vermeyin!” Topluluk, mahkumun katil ve affedilemez gerçek bir suçlu olduğunu öylesine kabullenmiş ki, içlerinden sadece nefret çıkıyor ve siz de bundan etkilenerek acıma duygunuzu kaybediyorsunuz; belki, bir kaç nefret cümlesini de siz sarf ediyorsunuz. Aslında yaşadığımız çağda bu olay, kulağımıza çok vahşice geliyor değil mi? Neyse ki bu günler geride kalmış. Keşke bu cümleleri içim rahat bir şekilde kurabilseydim. Evet, belki artık dünyadaki birçok yerde bu şekilde bir idam anlayışı kalmadı. Peki ya sosyal medyadaki zorbalıkları nereye sığdıracağız?

Güya medeni insanlarız ama sosyal medyada en az bir kere de olsa birilerini yargılayıp kafamızda infaz etme hatasına düşmüşüzdür. Yaptığımız şeylerin insanların psikolojilerine telafisi zor hasarlar verdiğini biliyoruz. Artık neredeyse yaşamımızın bir parçası olan Linç Kültürüyle, bireyleri toplumsal yaşamın dışına itiyoruz ve onların tarifsiz acılar yaşamasına sebep oluyoruz. Haklı olalım veya olmayalım yaptığımız bu şeyin, 18.yy’da insanları nefret söylemleri ve sloganlar eşliğinde idam etmelerinden çok farklı olduğunu sanmıyorum.


Linç Kültürü’nün oluşmasında en temel unsur olarak, hukuka olan güvensizlik gösteriliyor. Hukuk güvensizliği, bence tek başına yargı mercilerinin sorumluluğunda olan bir şey değil. Toplumdaki adalet anlayışının da burada önemli bir payı var. Mevcut hukuku adaletsiz bulan toplum, çok daha fazla nefret ve öfke biriktirmeye başlıyor. Bu nefret ise, bir şekilde yolunu bulup açığa çıkıyor. Eğer bu nefret, adalet konusunda hiç düşünmemiş, bu konuda aydınlanmamış ve hakkaniyetten yoksun bir toplumdan çıkıyorsa, verdiği tahribat sadece daha büyük bir nefret doğuruyor. Peki içimizdeki bu öfkenin ve nefretin getirdiği agresifliği ve zorbalığı, ifade özgürlüğü adı altında hiç tanımadığımız insanlara yöneltmek, ne kadar adil? Peki aklımızdaki adalet anlayışının gerçekten adil olup olmadığını, nefret söylemlerimizi yönelttiğimiz insanların gerçekten bunu hak edip hak etmediğini değerlendiriyor muyuz? Bunu yapmıyorsak, Greve Meydanı’ndaki idam mahkumunu yuhalayan topluluktaki insanlardan ne farkımız kalıyor? Tüm bu soruları vicdanınıza emanet ederek, yazımı Victor Hugo’nun “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” kitabındaki şu cümlelerle sonlandırmak istiyorum; “Giyotin en acısız ölüm şekliymiş. Oysa bedensel acı, ruhsal acının yanında hiç kalır. Belki günü geldiğinde, zavallı bir insanın bu son sözleri, payına düşeni yapacaktır.”

Yusuf

Yusuf

Bir Mühendis.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Translate »