Bazen kalbini yakan duru bir güzellikte yakalıyorsun o anı. Bazen de bir gün batımında, rengini kaybeden gökyüzüne bakarken, içindeki o öksüz kalmış hüznü daha derinden hissetiğin bir anda. İşte böyle zamanlarda kendinin bir hiç olduğunun farkına varıveriyorsun. Bir yaprak misali rüzgarın önünde savrulduğunu, bir kum tanesi kadar ehemmiyetsiz olduğunu düşünüyorsun. Peki, bu his bir hakikat midir, yoksa zihnin ürettiği karanlık bir yanılsama mı? Belki de popüler kültürün dayattığı “ol” dediği yerde “olamamanın” ezikliğidir bu. Sebebi ne olursa olsun, sonuç değişmiyor: İçinde bir uçurum gibi büyüyen o boşluk hissi, o kemirici değersizlik duygusu.
Daha da garip olan, bu dünyada somut bir varlık sebebimiz yokken, nedense kendimize bir kıymet biçmeye, bir işe yarama çabasına tutunmaya çalışmamız. Belki de bunun sebebi mucibesi , anlamdan mahrum kalmaya tahammül edemiyor oluşumuzdur. Belki de o boşluğun sesine katlanamadığımız için kendimize kumdan anlamsız kuleler inşaa edip, o boşluğu bir şeylerle doldurmaya, kendimizi oyalamaya mecbur hissediyoruzdur. Peki, bu hissi kökünden söküp atabilir miyiz? Yoksa bütün çabamız, sadece onun azıcık uzağında durup, tesirini hafifletmekten mi ibarettir?
Sanırım bu dünyadaki bütün mesele, onunla yaşamayı öğrenmektir. Tıpkı karanlığın üzerimizi örtüşüne alışmamız gibi… Önce korkutur, sonra sarmalar. Bir süre sonra bakarsın, o koyu boşluk, sükûnete dönüşmüştür.
Tıpkı kötülüklerle, yalnızlıklarla, sevgisizliklerle yaşamaya, oyalanmaya alıştığımız gibi… Unutmuyoruz aslında. Sadece acıyı kanıksıyoruz. Kalbimize saplanan her can kırıntısı, zamanla küçülüp, küçülüp nihayetinde sadece yoklayınca hissedebildiğimiz ince ama derin bir sızıya dönüşüyor. Artık canımızı yakmıyor belki, ama orada işte—unutulmamış, sadece kabullenilmiş.
Hayat, alışmak denen o gizemli sanatın ta kendisidir. Acıya, yokluğa, değersizliğe hatta kendimize bile… Alışırız. Alışmak zorunda kalırız. Çünkü başka çaremiz yoktur.
Sizi bilmem ama, ben artık alışmaktan yoruldum. Bu dünya denen sahnenin tozlu perdeleri arasında, aynı kederin tekdüze ezgilerini mırıldanmaktan yoruldum. Tarihin köhne kalıntıları arasında sıkışıp kalmış, her seferinde aynı oyunu oynayan bir aktör gibi hissediyorum kendimi. Yorgunum. Yorgunum bu ezberlenmiş çaresizlikten, her seferinde kurtulmaya çalışıp bir türlü kurtulamadığım zihnimin içindeki o ağır ve paslı zincirlerden yorgunum.
Oysa, Kuranı kerimden dünyanın insan için bir sürgün yeri olduğu gerçeğini ilk okuduğumda anlamı bana çok uzak gelmişti. Demek ki bazı sözler, sadece kulağının değil, yüreğinin de içinden geçtikten sonra anlam buluyor insanda. Belki de hiç kırılmamıştım o zamanlar. Hiç sevilmemiştim, hiç gururum çiğnenmemiş, sevgim kepeze edilmemişti. Değersizlik uçurumlarından atmamıştım kendimi. Oysa hayat, kelimelere sığdırılamayacak kadar acıyla dolu. İnsan bu ağırlığı ancak yüreğinin genişliği kadar anlayabiliyor.
Bu ıssız diyarda, bu sürgün yerinde, Allah’ın sevgisinden başka hiç bir değer addedemiyorum kendime. Başka tesellim yok. Başka sığınağım… Yalnızca beni sevdiğini umuyorum, işte hayata tutunduğum son dal bu.
Ama bazen öyle ağır, öyle tembel oluyorum ki… Ruhumun kolları dua etmeye yorgun, yüreğimin sesi zikirden eksik. O zaman korku sarıyor beni: Acaba bu cılızlığımdan, bu tembellik yükümden ötürü, beni artık sevmiyor mudur?
Belki Sevgi, Allah’in bir lütfudur ve sadece şartlara bağlı değildir diyorum ,kendi kendime. Belki de tam da düştüğüm yerde, tam da güçsüz kaldığım o an, O’nun rahmeti en çok üzerime yağıyordur. Bilmiyorum. Sadece inanmak istiyorum ki, sevilmek için kusursuz olmak gerekmez. Belki de kırık dökük halimizle bile sevilebiliriz.
Sanırım bu dünyada bir hiç gibi hissedişimiz, hep yanlış ellerde aradığımızdandır sevgiyi. İnsanların sevgisi kusursuzu arar çünkü – güçlü, parlak, istifade edilesi… Oysa biz, içimizde taşıdığımız o derin çatlaklarla, hep eksik kaldık onların gözünde.
Ama O’nun sevgisi öyle mi? O, biz kendimizden bile iğrendiğimiz o karanlık dehlizlerimizde bile bizi bulur. Çünkü O’nun sevgisi, sevgilerin en hakikisidir – şartsız, kayıtsız, sonsuz. Biz düşe kalka yürürken, biz tökezleyip yüzümüzü yere sürterken bile sever bizi.
Belki de yanıldığımız mesele, insanların bizi sevmemesini O’nun da sevmeyeceği zannına kapılmak. Bu yüzden bu kadar değersiz ve hiç gibi hissetmemiz.