Pusulasız Yolcular

Yazılım, iki rakamın büyüsüne emanet edilmiş bir şiirdir. Fakat bu şiirin diğer şiirlerden farklı olarak  kesin ve tüm evrenin aynı şekilde kabul gördüğü bir anlamı vardır. Sıfırlar ve birler, katıksız bir mantığın tuğlalarıdır; her biri yerli yerine oturduğunda, geriye yalnızca doğru veya yanlış kalır. Bu dünyada gri tonlara ve belirsizliklere yer yoktur. Her şey ya vardır ya da yoktur, ya çalışır ya da çalışmaz.

Acaba bizim gerçekliğimiz de böyle olsaydı?  Her duygunun, her kararın, her ilişkinin altında yatan kesin bir doğru ve yanlış mantığı olsaydı. Duygular, herkes için aynı tanımlanmış parametrelerin tetiklediği bir fonksiyon olsaydı. Bu sayede herkesin doğruları aynı doğrular, yanlışları aynı yanlışlar olsaydı. O zaman mutluluk, bizim için sonsuz bir doğruya dönüşebilir miydi? Yoksa bu katı kesinlik, ruhumuzu sömürüp bizi yok oluşa mı sürüklerdi?

Sanırım eğer hayatımızı dev bir denkleme indirgeyebilseydik, her içsel çatlağımızı soğuk bir mantıkla onarabilseydik, bulduğumuz çözüm bizi yine de tatmin etmeyebilirdi. Zaten psikiyatri de bunu yapmıyor mu? Peki, onun sunduğu bu klinik ve rasyonel reçeteler, ruhumuzun karanlık dehlizlerinde bir ışık yakabiliyor mu gerçekten? Daha da ötesi… Elimizde her hakikati kuşkuya yer bırakmadan gösteren bir pusula olsaydı, onun demir ibresine kayıtsızca teslim olmak, bizi mesut kılmak şöyle dursun, benliğimizi kumlara gömmekten farksız olurdu. Bu sebeple, yaşamımızın , rakamların katı düzenine ve istatistiğin acımasız çarklarına indirgenebileceğini mutlak bir kesinlikle bilmek ve idrak etmek, bize mutluluk ve huzurdan ziyade sadece hiçlik hissiyatı getiriyor.

Belki bu dünyada her olguyu mantığın soğuk ışığıyla, sebep ve sonucun demir kollarıyla kuşatmak mümkün. Fakat bu devasa denklemde asıl çözümsüz kalan, insan olarak kendimiziz. Ne yapsak, ne etsek, bu mantık şiiri bize dar geliyor. Bir türlü uyamıyoruz, giremiyoruz bu kalıba.

Aslında bana kalırsa, insanı insan yapan tam da bu uyumsuzluktur. bu hiç bitmeyen çözümsüzlüğün ta kendisi. Benliğimiz, içimize kazınmış bir yabancı gibi, bu dünyaya ait değilmişçesine sürekli ‘daha fazlasını’ fısıldar durur. Hangi taşı kaldırsak, hangi hazza ulaşsak, aradığımız o değilmiş gibi bir türlü huzur bulamayız. Neşemiz de kederimiz de bu bitmek bilmez açlığın gölgesinde şekillenir; asla ‘yeter’ demeyi bilmeyen, kendi karanlığına dahi hasret duyan o doyumsuz ruhtan filizlenir.

İşte bu sızıdır ki, huzuru da hüznü de katı kurallara sığdırılamaz kılar; avuçlarımızda tutmaya çalıştıkça kayıp giden kum tanelerine dönüştürür. Bu evrensel denklemin gerçek bilinmeyeni hayatın kendisi değil, içimizde sürekli uzaklaşan, bir türlü yakalayamadığımız o sesin ta kendisidir.

Asıl bizi yoran, hayatın kendisi değil; içimizde sürekli yankılanan işte o bitmek bilmez ses. İtiraf etmeliyim ki, ben de bazen onun kesintisiz uğultusundan öylesine yorgun düşüyorum ki… Keşke her şey kesin olsaydı, keşke zamanın dokusunu deşip geçmişin ve geleceğin tüm iplerini avucumda tutabilseydim diye iç geçirdiğim zamanlar oluyor. Ama derinlerde bir yerde biliyorum: Bu kusursuz çözüm, aslında en büyük yanılgımız. Çünkü çözüm, bize huzuru getirmeyecek.

Sanırım bazı çözümsüzlükleri, çözümsüz bırakmayı öğrenmeliyiz. Huzur, tüm denklemleri çözmekte değil, bazen bilinmeyenleri olduğu gibi kabul edebilmekte saklı. İnanmak ve sevmek… İşte gerçek dinginliğin anahtarı belki de bu ikisinin o ince dengesinde yatıyor. Çünkü inanç, sevginin kanatları olmadan uçamaz; sevgi ise inancın ışığı olmadan yolunu bulamaz.

Kendimce pek mahir sayılmam bu yolda, lakin şuna yürekten inanıyorum: Bu dünyadaki asıl sükunet, problemleri çözmekte değil, onların ötesine geçebilmekte gizli. Hep aradığımız huzur, hesapların değil, hesapsızca inanmanın ve sevmenin koynunda saklı.

Önerilen makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir